Ægroto dum anima est, spes est. (Erasmus, Adages, 2.4.12)

22 Aralık 2011 Perşembe

Kavuşalım diye ölümsüzlüğümü ilan edeyim diyorum, ne dersin?*

12/22/2011 11:31:00 ÖS Posted by mistrafantastic 1 comment

"Emniyet kemeri hayata bağlar bebeğim
Bağladığı hayat hayat mıdır bakmaz"

epigraf yazının geri kalanın iyi olup olmaması hakkında bilgi verebilse keşke. yazı madencileri, yazma konusunda iyi olmuyor. belki de çok iyi satırlar gördükleri için hevesleri kırılıyordur kim bilir?

sadece şükretmeli bazen, filmi durdurup. belki düşünmeye mecalimiz olur. durup insanlara bakmalı, ne kadar cahil olduğunu farketmek için. daha fazla bilmekle değil, parayla değil, işini özenli yapanların eserleriyle mutlu olduğunu farketmeli. 

dilerdim zamandan seni, sonra farkettim, istenmesi gereken sen değilsin, zaman da değil. yanlış bir seçim yapmaktansa durmayı tercih etmek gerekir. en güzel fikirler, sabah hücum eder beynimize çünkü. 

hayatı karışık yaşıyorsun diye yaptığın her işi karışık yapmak zorunda değilsin. basit olanda ferahlık vardır, tebdil-i mekanda çay içilir, tebdil-i erkan'ın ise diğer erkanlardan farkı yoktur. kendini farklı gösteren, buna inanmaya başlar, film burada kopar. istemsiz olarak. 

bazı insanlara bir tane çakmak gerek. suratlarına. sopayla. beş kere. sonra durmak gerek. kırmızıda durulur.

12 Aralık 2011 Pazartesi

sincanlıydı... ve ezan okunuyordu.

12/12/2011 04:34:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

sincan'lıydı.. ve yağmur çiseliyordu..

hayat bir çam yaprağı gibi yerlere dökülüyordu. bi' dakika dedi, çamın yaprağı olmaz, diken gibi onun şeyleri dedi. sonra hayat bir çam dikeni gibi batar bi' tarafınıza dedi. yoluna devam etti. tespit bulması gerekiyordu. çok acil hem de. okuyucular vefasızlardı, onu hemen unutmaya başlamışlardı. 500t'ye bindi tespit için. hava o kadar sıcak ve otobüsün içi o kadar doluydu ki, tespit yapmak yerine hayatta kalmayı tercih etti ve iki durak sonra otobüsten indi.

haftasonuydu, çay ocağına oturdu ve etrafı sinsice izlemeye başladı. boynu tutulunca vazgeçti. daha rahat bir oturma biçimine geçerek yemişim tespitini, adam olsunlar tanıtım yazalım diye düşündü. aralara ufak espriler yerleştirse, övgü dolu mesajlar alsa. ama hepsi hayaldi, ne anlarlardı bunlar tanırımdan, genelkültürden, hiç gereksiz bir hareket olacağını düşündü ve birden kendine geldi, ama çay bardağını düşürdü. çaycı ona ters ters bakmadı, aksine müşfik hareketlerle yeni bir çay getirdi.

sincanlıydı... ve ezan okunuyordu.


11 Aralık 2011 Pazar

pardon bir dakka bakar mısınız?

12/11/2011 12:36:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

pardon, bir soru sorabilir miyim?

şu an sordunuz.

iki soru sorayım o zaman, olur mu?

iki etti efendim.

çok güldüm başıma bir şey gelir mi? 


şimdiye kadar gelmediyse daha da gelmez.

dalga mı geçiyorsun?


hayır.


dün gece saat 11 civarı, st. andrew otobanı 2. kilometredeki korulukta yalnız başınıza boza içtiğinizi söylediniz. ancak ifadenizi doğrulayan bir tanık dahi yok! şimdi tekrar soruyorum bayım, cinayet işlendiği sırada tam olarak neredeydin?


tekrar anlatıyorum sıkı dinleyin:

st. andrew otobanı 3. kilometrede sigara içiyordum. otobana girdiğimde arabanın sağ arka tekeri inmeye başladı. 3. kilometrede durdum. otostop çekmek için bekledim bir müddet, daha sonra gerideki işletmeye doğru yürümeye başladım. fakat vardığımda kimse yoktu. ben de boza içtim. arabama geri döndüm ve sigaram bitti.

kesinlikle eminim bahsettiğiniz zaman diliminde boza içiyordum, kan değerlerim ve sevgilim size bunu kanıtlamazsa arabamın inik tekerine bakın. bir de benim ellerime; sigara boşluğu olan bir elden ateşlenen sig sauer tam isabet kaydeder, garanti kurşunu çıkmaz o silahtan.
  
yüksek kaldırımda güpe gündüz, melahat'i almışsın da sonra alemdar'a gitmişsiniz, öyle mi?

siz magazin olmalısınız. neden sormuştunuz, durun kaçmayın lütfen. açıklayabilirim.

6 Aralık 2011 Salı

fırt emin

12/06/2011 10:26:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , , 1 comment


yurttaydık. devlet imkan vermişti. sekiz kişiydik, herkes herkesin donuna kadar ne varsa bilirdi. evcilerden farklı olarak akşamları yemekten sonra üzerimize bir hüzün çökerdi. alışkın değiliz tabii, ilk senemiz, evdeki sıcak akşam yemeği ile, yüz kişiyle beraber yenen akşam yemeği bir olmuyor. sonra gelirdik odamıza, üst baş değişirdik, doğru kantine çay içerdik. sonra belletmenin bir boşluğunu yakalayıp, dışarı çıkardık. sigara içmezdim o zamanlar, ama sigara içmeye çıkanlarla çıkardım nedense.

etüt metüt derken saat olurdu on buçuk, bir daha çıkardık "dolaşmaya". geri döndüğümüzde ortaklaşa aldığımız hoparlörde beğendiğimiz şarkıları dinler, geyiğin, hüznün -artık o zamanlar ne kadar hüzünlenebiliyorsak- dibine vururduk. ben de diskman vardı, bir kaç arkadaşda da walkman filan.

teyzem bana bir kaç sanatçı önermişti, ben de ondan karışık cd yaptırmıştım. hafta içinde dinleme fırsatımız olmadı. cuma akşamları evleri yakın olanlar izin alıp gidelerdi. uzak olanlarda çarşıya çıkıp kürkçü dükkanına dönerlerdi. neyden snra bir cuma akşamı, ben açtım diskmani, hoparlörün fişi dolabın arkasındaki prize güç bela taktım. yaşar kurt deyince, dursun dedim bakalım ne varmış bunun içinde. dört beş kişiyiz içeride, kantinci defolup gitmiş, odadaki su ısıtısıyla su kaynatıp, çay sallamışız.

ses derinden gelir gibi olunca herkes durmuştu hatırlıyorum. alışık değildik böyle müziklere, her özledim dediğinde biraz daha inmişti başlarımız aşağıya. ve o gençlik günlerimizde biz çok etkilenmiştik, buz kesmişti ortam, özlemiştik lan. koskoca adamdık halbuki, yurtta okuyorduk, paramızı kendimiz harcıyorduk, hocalarımıza karşı çıkıyorduk.

ne zaman ağır bir şey yaşasak, biri okuldaki herhangi bir kızı anlatacak olsa, derdi olsa salladık çayımızı açtık bu şarkıyı, dinledik. hep aynı hüzün üzerimizde, yat yoklamasıyla hoparlörü kapatıp "onsuz yaşamaya alıştırdık kendimizi".

30 Kasım 2011 Çarşamba

gökyüzü defni

11/30/2011 09:26:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

herkes hayatını farklı şekillerde kazanır. çok zamandır yapıyorum ama hâlâ arka arkaya sigara içmeden olmuyor. belki de bu yüzden bırakamıyorum sigarayı. çokları stresten içer bunu, bense daha kolay bir yol bilmediğim için.

- baban öldü.
- ne diyorsun lan sen!

hayır, tüm samimiyetimle. ben fazla bir şey hissetmiyorum. sefalet, nefret ya da sıkıntı değil. zaten dünyada mutsuz olmak için ne var? ben sık sık bu konuyu merak etmem ama şimdi ve sonra hakkındaki hayallerim sürekli bozulur. neden, neden üzgün olmalı? 'amnezi' denilen bir şey varmış. ben önemli bir şey hatırlamıyorum ya siz? tam olarak ne oldu bana? ben kaybettim ne oldu? sonunda. hiç önemli değil varsayalım. bilerek ya da bilmeden.
üzgünüm, şimdiye dediklerim çok mantıksız. ben sık sık, hatta çoğu zaman düşünmek için kendimi çok yorgun hissediyorum. belki sadece yorgun değilim. çoğu 'insan duyguları' bende aşınmış. bu gibi olmak istemiyorum. gülümsemek istiyorum, ben her şeyden önce geri dönmemek üzre gitmek istiyorum. geçmişte yaptığım gibi. 


- trafik kazası. bağlarbaşı civarında.
- senin ağzını yüzünü...

henüz gitmiyorum. karşımdaki tam olarak bilmeden, idrak etmeden ayrılamam. bana vurmaya başlıyor, sonra yere yığılıyor. içinde ölmemiş bir parça kalmamalı. kural bu. yoksa o uğursuzluk beni takip eder. bir sigara daha yakıyorum.karşımdaki parçalara ayrılmalı, her parçası sevdikleri trarafından, samimi olmayan içi boş taziyelerle yenip bitirilecek hale gelmeli.
 
on sekizimden bu yana bu işi yapıyorum ben: insanların yakınlarına söyleyemedikleri şeyleri söylemek için para alıyorum. babam sağolsun. annenin bedduasını sütü karşılarmış, babanınki deler geçermiş. iflah olmadık sonra. hiç bir yerde kartvizitim yok. olması da mantıksız. onlarla konuştuktan sonraki hayatlarında beni öldürmek isteyen insanların beni bulması iç açıcı değil. zaten iş açıcı değil, tuz biber olmasın bir de.

sıkça gökyüzü defini yapılan yerlerde ve zamanlarda, akbabalar cesedin tümünü bitirmeyip geride kemik dışında kalıntı bırakabiliyormuş. inanışa göre böyle bir durumda, yırtıcıların geride vücut parçası bırakması uğursuz bir alamet olarak sayılırmış. işte ben, üniversiteye gideceğim vakit babamla tartıştığım zaman da böyle bir şey oldu, gidersen beni ölmüş say dedi, cekedimi alıp çıktım. onda bana ait olan parça ölememiş, kanından canındanım çünkü.

aldığım paraya değmez.

25 Kasım 2011 Cuma

yazmak

11/25/2011 12:02:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments


“ne bana anlamsız gelen seçkin bir azınlık için, ne de 'yığınlar' diye bilinen şu göklere çıkarılan ideal platoncu kendilik için yazıyorum. demagogların sevdiği her iki soyutlamaya da inanmıyorum. kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum.” *

herkesin bir yerlerde takıldığı gittiği şu vakitlerde, daha önceden gezme limitimi kullandığımdan oturup yazıyorum, kendim için zamanın geçmesini hafifletmek ve ferahlamak adına. ama insan yazarken düşünüyor, düşündükçe gerisi de geliyor, duramıyorsun. en nihayetinde ya bilgisayarın başından kalkman gerekiyor ya da yazıp yazıp kafanda bir sürü düşünce ile gücünün yettiği son noktada bırakman gerekiyor.

gündemin sana uymadığı vakitlerde, yazamamak iç bunaltıcı oluyor. yazdığınızda ortaya çıkanlar ise size güzel gelmiyor. hava güzelken kitap okunmuyor da, hava kötüyken de iç bunaltısı geliyor çok zaman. işte bu çerçeve herkesi zorluyor. o yüzden rutin'e alışıyor ve düşünmeyi terketip her şeyi reflekse indirgiyor insanlar. hemen hemen herkesin varabileceği kanılara ulaşmak için kendini neden zorlayasın? zaten sıkışık bir otobüste belin ağrırken en son yapacağın şey düşünmektir.

insanın düşündüklerini kaydetmesi kendisi açısından önemli. yapısı itibariyle fasit daireye düşmeye meyilli varlıklarız. bundan dolayıdır ki, sürekli aynı şeyleri düşündüğümüzü sanıp, bir adım ilerleyemedik diye kızarız kendimize. oysa yazsak ve bunları saklasak, daha farklı konulara yelken açma imkanımız olacaktır mutlaka. eski yazılarımıza bakınca, gene kendimizden referansla farklı şeyler diyebileceğimiz aciz halimizden dem vurarak.

insan; resimleri, en sevinçli anları dahi unutulmaya, silikleşmeye mahkum bir varlık olarak, düşündüklerinin ayrıntılarını kaydetmelidir. düşüncelerimiz ve onların bizdeki uzantıları daha çabuk kaybolma yetisine sahip.

* borges

11 Kasım 2011 Cuma

11.11.11 cuma namazı çıkışında basına verilen beyanat

11/11/2011 01:23:00 ÖS Posted by mistrafantastic 2 comments
- sayın ali berkay nasılsız?
- önce bir selam verin.
- selamın aleyküm.
- ve aleyküm selam. şimdi soruları alalım.
- efendim bu haftaki cuma nasıldı? genel olarak görüşlerinizi alalım.
- öncelikle zammı sure seçimleri gayet güzeldi. müezzinin bir dakikalık gecikmesi dışında önemli bir hata yoktu.
- caminin lokasyonu hakkında neler düşünüyorsunuz?
- efendim caminin lokasyonu iyiydi. girişlerde problem olmasa da çıkışlarda büyük problemler yaşandı. diyanet cumayı bir daha buraya vermeyebilir bu sebepten.
- imamın performansı nasıldı?
- efendim imam yaşını başını almış bir insan. çok da fazla birşey beklememek lazım.
- peki cemaati nasıl buldunuz?
- daha iyi olabilirdi. tesbihatta tesbihlerin bloklar arası geçişinde problemler yaşandı. bunlar modern namazda önemli.
- kendi adınıza neler diyebilirsiniz?
-efenim elimizden geldiğinde tadil-i erkana uyduk. safımdakilere de dikkat etmeye çalıştım.
- son olarak söyleyeceğin birşey var mı?
- önümüzdeki namazlarda daha iyi performans sergileyeceğimize inanıyorum. hayırlı cumalar tekrardan.
- evet efendim cumadan sonrası ali berkay'ın görüşleri böyleydi. mustafa söz sende.

10 Kasım 2011 Perşembe

gözlerim mi, hangisi ?

11/10/2011 09:37:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

 "ya şarkı çok kısadır ya da mezarı çok uzağa yapmışım" (deli emin/vizontele)


insanlar sadece hüzünlendiklerinde sanat müziği dinlerlermiş. bazı şarkıların arağnamaesi çok güzel olurmuş. sonradan öğrendim ki arağnağme çok kullanılan bir kelime değilmiş. kullanan şöyle bir uzaktan süzülür, hadi canım sen de bakışı atılır ve ters yöne doğru uzaklaşılırmış.gene de münir nurettin selçuk olmasa çok duygu eksik kalacakmış.

her şey yapılabilirmiş bir ağaçla. bir kalemlik, bir ok mesela. bir kalemlik çocuğun masasında güzelken, bir kızılcık öğretmenin elinde çirkinmiş. her şey gelir geçer, insanlar biribirlerini tahta olmakla itham ederlermiş. lakin tahtalar bile şekillenip, değişebilirken, insanlar değişmezmiş.

yorgunluğu alırmış çay ve son dönemlerde üzerine şiirler yazılmış. kimisi için hâlâ siyah olarak varlığını sürdürse de, kimisinin hararetini alan, kimisinin muhabbet ehliymiş. çayla alakalı çok deyim, güzelleme bulunsa da en güzeli şöyleymiş: çay deyip geçmemek, çay deyince durmak gerekirmiş.

çok sinirlenip susulmazmış, bağırmak efendi insana yakışmazmış. büyük de olsan küçük de olsan alttan almak ve üste çıkarmak gerekirmiş. ağır başlı olmak ama kafayı dengede tuabilmek önemliymiş. bazıları diğerleri daha eşitmiş. tüm büyükler otururken ancak insanlıktan çıkılıp, eve gidilebilirmiş.

meteoroloji çok az yanılırmış, ama kimse de gidip intisap etmezmiş. zaten onlarda böyle şeyler beklemezlermiş. en çok havanın soğuk olduğu zamanlarda insanlar sevmeye alışırmış, bahar aylarında bazı şeyler gevşermiş. o gün birinden hoşlanacaksanız hava durumuna göz atmak gerekirmiş. hiç hoşlanacak havanızda değilseniz, yağmurlu ve kapalı havalrda dışarı çıkmamak, gevşeklikten hoşlanmıyorsanız yazları tek başınıza yürümemek elzemmiş.

"- senin de gözlerin güzel
- gözlerim mi, hangisi ?"

çizim: melih tuğtağ.

30 Ekim 2011 Pazar

Ben yalnız ait

10/30/2011 11:57:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments


bozuk dumanı çektim
ama gizlemek istemiyorum
bu soğuk ve yetkisiz
yatıştırıcı kadar saf hissediyorum

başka bir söz, başka bir tohum
elimize ambalajlı açgözlülükler sıkıştırıyorlar.
gel, devrim intikam alıyor-muş.
lambalar, fiske ve üçüncü göz açık
hava soğuk yine de
balkondan izleyelim.

yokuş aşağı salma kendini
o zaman şişman kediler kalp krizi geçirir
zaman artı sonsuza yaklaşır.

ben senin kalbini,
şiddeti uzlaştırmak için istiyorum
maskenin arkasındaki yarayı görmek
geçmişten gelen iblisleri defetmek
açıklanamayan uzuvlarını tamir etmek istiyorum.

bu yapı taşları aşağı çekti
ama sen içimde sıkışıp
yine yükselebilirsin.

ulaşmak için konfor ve sıcaklığın
tespit edilemediği durumlarda,
her yol gösterici ışık mantık tarafından

ezilmiş, soğuk, kayıp ve aklım karıştı.

vadesi geçmiş konumumun
ben yapay gerçeği istiyorum
biraz huzursuzluk açlığı
barışçıl bir protesto sonrası ölmek istiyorum.

hafifçe dalga boyu büyür
zorlayıcı kavramlar yeniden evrilir
evren ellerimin içinde sıkışıp
doğal olmayan yasalar oluşturur:
korku ile sevgi ve karanlık yerine
kırık bir plak.

24 Ekim 2011 Pazartesi

not afraid

10/24/2011 12:55:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments

bir başlama cümlesi bulamamak, bulduğunu beğenmemek, aklına ilk gelene sırt çevirmek: çok fazla düşünüp doğru seçimler yapamıyorum. siz yapıyorsunuz ama konu benim. biliyorum şu an çok önemli meselelre dalmış durumdasınız. yarın uyandığınızda devam edeceğiniz rutini geriden takip etmemeniz gerek.

insan çocukken heyecanı olup düzgün fikri olmayan, büyükken(ne kadar büyük?) de iyi fikri olup heyecanı olmayan bir canlı. insan bir acayip, kendi hataları farkedip acı çekme yetisi var. eylemsizliği var ama katı maddeler gibi değil. tırnakları var ama çekildiğinde uluyor. (şekil 1.a2)

bana sesleneiyorsun ama konu senle ilgili. bir kere de derdimi uçurumdan atmak için çağırsan beni yanına. geliyorum ama kafam geldmiyor. refleks olarak seni yatıştırıyorum: her şey daha güzel olacak. hatırlamıyorum daha sonrasını. ıslak bir omuz: ya çatı damlatıyor ya gözlerin.

bir sen olsan ve her şey fonda kalsa. hidrojen bombasının altında göz göze gelsek. parlasa gözlerin, tüm duyuların terkederken seni beni gözlerim terketmese. yeter mi yoksa çok patlayıcı mı oldu bu hayal? susmalıyım ama kafamın içinde dönenler çıkmalı dışarı. bu tilkileri tutamıyorum artık. nereden girdilerse artık.

son bir kez daha aklıma geliyor geç yattığım günler. yetişeceğin yer yoksa geç kalmazsın hiç bir şeye. sürekli ıskalamalarım bu yüzden. kaybolduklarım, kaybolduğumda kaybettiklerim ve kaybolduğumda bulduklarım. hepsinin yeri var ve her şey seninle alakalı desem. yalan, fakat çoğu seni düşünürken oldu. belki de düşünmemeli, sorgulamamalı sadece hareket etmeliydim. o zaman her durduğumda neden sürekli koştuğunu düşünmek zorunda kalmazdım.

tüm bunlar hayal bile olsa ve sen hiç olmasan bile terzi değilim. kendi söküğümü dikebilmeliyim.

21 Ekim 2011 Cuma

it's the new sound: kırkıncı kapı

10/21/2011 04:50:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
ilk on birini tamamlayan kırkıncı kapı yayında. edebiyat-kültür-müzik gibi alanlara yeni bir soluk getirmek için başlatılmış bir proje.

melih'in davetiyle ben de bu oluşumun içinde yer aldım. bundan sonra bazı yazıları önce kırkıncı kapıda yayınlamayı, sonra buraya taşımayı düşünüyorum.

kırkıncı kapı ise, pazartesi gününün ilk saatlerinde tam anlamıyla yayında olacak. şu an için sadece "başlamak" yazısı mevcut: http://www.kirkincikapi.com/ .

hayırlı olsun bakalım.

8 Ekim 2011 Cumartesi

colt üzerine

10/08/2011 09:53:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

bundan 7-8 ay önce, tek sayfalık bir mecmua çıkarmaya başladım, arkadaşlarımın metinleriyle. daha sonra farklı kişiler de katıldı aramıza, daha güzel oldu.

sadece 2-3 sayı e-dergi formatında oldu. görsellerin çoğunu deviantart'dan ve melih'in çizimlerinden oluşturduk, logo tasarımlarının tamamı bana ait. her şeyiyle güzel, içinde şiir, deneme, öykü, hikaye bulunan bir şey. elimden geldiğince özgün olsun istedim, okuyan arkadaşların isteklerini de dikkate alarak daha sade ama formatımızdan da ödün vermeden bir stil geliştirdik. yazarların tek cümelelik görüşlerine de yer verdik.

şimdi geriye baktığımızda 11 sayıyı geride bıraktık. ucundan kıyısından bir arşiv oluşmaya başladı.

bu süreçte yazılarını ve deteklerini esirgemeyen arkadaşlarıma çok teşekkür ederim. aşağıda bu aradaşların yazılarını ayrıca yayınladıkları adresler mevcut. görüşlerinizi de yorum kısmından ya da mistrafantastic[at]gmail[nokta]com'dan iletebilirsiniz.

colt'un kendine özel blogu ise yolda. 

sevgilerimle.

melih:
http://gregorumsamsam.tumblr.com (haikuma kum doldu ve namı diger muhtara erişebilirsiniz)
http://adabihaserat.blogspot.com (yazar: greogrum samsam)
http://twitter.com/gregorumsamsam

murat:
http://celladimibeklerken.blogspot.com
http://twitter.com/de__profundis
http://celladimibeklerken.tumblr.com

emrah (bir sayıda yanlışlıkla yekten yazmışım :) )
http://visnelekesi.blogspot.com/
http://twitter.com/#!/visne_lekesi

mülteci:
http://gocmenburosu.blogcu.com/
http://twitter.com/#!/multeci_

2 Ekim 2011 Pazar

insanın ipana ile fırçalanmayan tarafı

10/02/2011 11:04:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

"Tek kişilik bir azınlık da olsan, gerçek hala gerçektir." - Mahatma Gandhi

İnsan küçükken gördüğü rüyaları hatırlamaz, ya da rüya görmez, zaten rüyanın içinde yaşıyordur. Belki de rüyada yapabilecekleri daha kısıtlıdır, tanımadığın bir dünya ve koruyanların oldukça her keşfettiğin sana mutluluk verir, içten gelir. Belki de içten gelmesidir o gülüşleri güzel yapan, zaten yeni doğan bir ceylan gülümsemese de güzeldir. 

Sonra kendi seçtiğin dünyada yaşarsın, seçimler yaparsın, onlar seni diğer çizgilerden ayırır, her ayrım burukluk bırakır ve yorar insanı, daha fazla vücudunu dinlendirirsin, daha az beynini. Yani o öyle bir durum ki neresinden tutsan kendini yatağa zor atarsın. Kalktığında böcek olmayacağını bilerek yatmak rahatlatmaz insanı. Çünkü bu sadece samsa için geçerli bir korkudur.

Bir gün keşfedileceğini uman az-çok dindar, potansiyelli ama potansiyelini gösteremeyen, çevresinde sevilen, ortalamadan daha hassas, daha entelektüel ve bir gün mutlaka çok başarılı olacağını hissetmek kodlarımızda yazılı. Bu his bize çocukluğumuzdan miras.

Her dalga geçilmesinde, her duvara tosladığımızda, her hayal kırıklığında bu his zarar görmesin diye susuyoruz. İnsan konuşmazken bir çocuğa daha fazla benziyor. Ağzını açtığında dünyayı değiştirmek istiyor, hiçbir şey feda etmeyerek.  Hiçbir şeyini feda edemiyorsan, sürekli içine kapanmaya ve sen istemesen de onların kaybolduğunu görmeye mahkûmsun. Gün gelir, sen yatınca herkes uyanır. İsteyerek feda etmediğin her şey elinde kalanlara daha fazla bağlanmana neden olur, saplantı haline gelir. Saplantı ise sarmaşık gibi kendisinden başka hiçbir şeye yer bırakmamacasına büyür; özün ağırlığı isyanı ortadan kaldırmaz.

 Sadece elinden gelenin fazlasını yapmaya niyetlenmek ve buna uğraşmak bu sarmaşığı kurutuyor. Siz bekledikçe, her cephesi o sarmaşıklarla kaplı güzel olsa bile güzelliğini göstermeyen bir binaya dönüşürsün. Kişinin kurtuluşu, kendisi için başkasının elinden ümit kesmekledir diyor hazreti ali efendimiz. Sonunda dünyayı kurtaramayacak olsan bile, hikayenin istemediğin şekilde bitmesi önemli değil. Mutlu son dediğin, hikayeyi hangi sayfada bitirdiğinle alakalıdır daha çok.

1 Ekim 2011 Cumartesi

an çeşitlemeleri #3

10/01/2011 12:03:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments
nasıl olduğunu bilemezsiniz.

onca şeyin gökten boşanırcasına yağan yağmur gibi geldiği, pencerenizin camında çalan gerilim davullarının rüzgarla bir olup suskunluğunuzu yırttığı anlar vardır, bağırmak için boş bir odaya ihtiyaç duyarsanız, stresin felci getirdiği anlar vardır.


mavi duvarlarda fırtınada çalkanan bir gemi görürsün, kulakların işlevini yitirir, gözbebeklerin genişleyip kara bir çukur haline gelir. dalgınlığın dalgalarla buluştuğu anlar vardır.

her şeye ve herkese bakıp kafanı öne eip yürümeye çalıştığın, etrafındakilerin etkisiyle güler gibi yaptığın ve sadece televizyonlarda gördüğün bir şey için üzülmeye yeltenip ellerini yüzüne kapattığın, bir genellemeye girmek için çırpındığın anlar vardır.

olmak istediğin adamla olduğun kişi arasında uçurum olduğunu farkedip kendini anlamaya çalıştığın, sonunda sigarayı ters yakıp lanet okuduğun anlar vardır.

bir insanın sadece gözleri güzel olduğu için haklı olduğu anlar vardır.

yaşadığın ama birden fazla defalar izlesen de ilkinden çok daha fazla birşeyi anlamayacağını düşündüğün, senaryosuz, zamanın sondan başa doğru ilerlediği anlar vardır.

hayatı boyunca tek bir rüya gören, ama onun bile kabusa dönüşmesine engel olamayan bir adam olduğunu hissettiğin anlar vardır.

ortada şölen vardır ve belki benzerinin bir daha görülmesi mümkün değildir. harikadır,  şaşırtan ve düşündüren ayrıntılarla doludur. bu kadar yersiz ve zamansız açılan bir boşluğun arasından mutlaka onu kavrama çalışmaları gereksizdir. hangi an mantık çerçevesinde, o kendini bile tanımıyorken, belki alışkanlıklardan ya da alıştırıldıklarından. bulandırıcılar, karıştırıcılar var. en basitinden saatler sürmüş gibi gelen. her şey olası ve her şey olağan dışıdır bir rüyada.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Varış duyurusu

9/26/2011 12:00:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments




 I.


soğuk gözlü kız gidiyor
o sadece son bir melodi
bana söylenen,
boşluğu yeniden keşfeder gibi
.

ben seni en çok
zorla götürüldüğüm yerlerde özlüyorum
birçok komik şey gibi, acıklı.

II.

hamle yapmak için çok bekliyorum
beklentinin altında eziliyor,
karaya oturmuş hissediyorum
bütün umudumu yele vererek.

 işte bir çocuk görüyorum
güneşi sapanla vurmaya çalışan
aslan çizemediği için kedi çizen
bir yerden başlayıp
gecenin karanlığını görmeden uyuyakalan.

yön duygumu sele verdim
yetmiş birinci kez duruyorum aynı yerde
bir yerlerde insanlar ölülerin arasında yatıp
ölümden kurtuluyor
bense dağılmamak için dikenli telle sardım kendimi.

III.

sen hareketlenince her şey aniden olur;
okulun yolu, dolu banliyöler
sigara yakınca gelen otobüsler
daha fazla insan kokusu,
önüne bakarak yürüyen insanlar
çöp karıştıran kediler,
kulaklarını kapatmadıkça rüzgar.

10 Eylül 2011 Cumartesi

25 Temmuz 2011 Pazartesi

benim zamanım başka

7/25/2011 12:24:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments
Herkesin içinde belli sayıda sözcük vardır.   
Paul Auster

her zamanki gibi üzerimdeki gereksiz can sıkıntısıyla başlamıştı o yaz. yıl içinde yerine getirmediğim sorumluluklarım bir bir tepeme biniyordu. sonra, gene gece uyumayıp gezdiğim günlerden birinde açılan herhangi bir kapı, susamlarını döktü ve ardındaki hazine ortaya çıktı. muhtemel fersiz gözlerim daha bir yandı. onunkiler ise ışıldamaya devam ediyordu. 

durup dururken suratımda beliren her gülümseme gibi biraz havada kalan jestlerim ve sönük ellerim, aslında damarlarımda akan kanın hızlandığını, ama uçmamam için ayaklarıma daha fazla yük bindirdiğini hissettim. insan yeni uçmaya başlayacak olan bir kuşa nadiren bu kadar benziyor. her an çakılmaya hazır, ama uçmaya başlarsa tüm gökyüzü onun.

karşılık gelen gülümseme ise en azından bugün çakılmadığımın göstergesiydi. ufak bir reveransla yanından ayrılırken sol kulağıma kan hücum ediyordu, diğerinde ise neşeli bir afrika ritmi olduğuna yemin edebilirdim.

geri dönüp baktığımda, bana dönmüş olmasını bir lütuf olarak kabul edip, bir kaç adım daha attımsa da, her yeni iki insanın arasında duran, kim bilir kaçıncı sınıf bi' inşaat ustası tarafından yapılmış, o biçimsiz duvarı keşfettim bir kez daha. bir süre sonra duvar çatırdamaya başlıyor, ama yıkılması için ikimizden birinin nefesini koyvermesi gerekiyordu. aynı babamda bir şey almasını istedikten sonra verilecek karar gibi tuttuğum nefesim gibi, vücudum tüm kanı gözlerinize iletir ve gelen olumlu cevabın ardından elimdeki hediyeye bakar gibiydim, aramızdaki duvarın üzerinden.

sonra nefesimi ilk salan ben oldum ve yıkılan duvar. onca toz duman ve gürültünün arasından onun sesini duymaya çalışırken, o afrika ezgisinin kulağımdan uzaklaştığını ve bir cangılın içinde, son sürat onu kovalamaya başladığımı hissettim. toz ve duman, neme ve insan boyunu geçen bitkilere dönüşürken, gürültü binbir tiz sese bırakır yerini. sadece mekan değişir, duygular ve duymayı beklediğim ses aynı. koşuyorum, ciğerlerim neme, vücudum binbir çiziğe ve gözlerim iflasını açıklayana kadar. işte o zaman sadece kokusunu bekledim, insan uyurken dahi kokuyu bilir. onu bilirsiniz.

beni elimden tutup kaldırdı ve şimdi ile dünün arasında geçen demde. gecenin hiç olmadığı bir diyarda anlatılan, bin bir gece masallarından birinin içine aldı beni. tutsak olduğum bu dünyada, o gece masallarını dinleyen gibi, acılarımı hafifletmek ve her günün bana yeni bir hediye olduğunu hatırlatmak için elimi tuttu ve göğüs kafesimde bir ağırlık bıraktı.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

yarım putperest - 4

7/20/2011 12:35:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments
isfahan. sakin, sessiz. şah'ın şehri. sokaklarda birbirini bile yiyecek olan dilencileriyle, katı görünümlü yahudileriyle ve sürekli pilav yiyen müslümanlarıyla oluşumunu tamamlamış. hıristiyanlar ise bir köşede kendilerine bahşedilen işleri yapıp ses çıkarmıyorlar.


istediği çay geldi. hava da biraz rüzgar vardı, ikindi namazından çıkan müslümanlarla doldu sokak. herkes çucuk içen bu adama bakışlarını çevirdi kısa bir süreliğine. sonra unuttular, şehrin arasına şerbetin içinde kaybolan şeker gibi karıştı. her zaman ki gibi. "kitleler unutkandır, iyi ki öyle."


elindeki yazıya bakıyordu. yıllardan sonra, bekleyişlerinin ödülüydü bu. konumunu kullanıp ondan haber almıştı. ama içeriği, geçen zamanlarda neler kaybettiğini gösteren bir manifestoydu sanki. iki kere savaş olmuş, bir kez evlenmenin kıyısından dönmüş, şimdi ise şah'ın kendisiyle evlenmek için yola çıkmıştı. evet bir ödüldü bu. kendini tamamlanmış hissediyordu yıllardan sonra. yazıyı okurken bir an bile umuda kaptırmamıştı kendisini. 


elindeki bardağı salladı hancıya. hancı bin bir hürmet ile elindeki bardağı aldı. soru sormayan ve konuşmayan insanlar iyiydi. etrafta bir yerlerde tef çalan bir dilenci olmalıydı. anlaşılmaz gelen sesi ritmi tamamlıyordu. müzik farklıydı ama hayatı adamak için düşük bir yoldu onun için. bilgi gücü getirir diye düşündü. sonra güldü. üstündeki yıllanmış elbiseleriyle bunu söylemesi biraz garipti. ama güçten ne kastettiğinize bağlı diye çıkıştı kendi kendine. sonra mutluluk nedir diye sordu aynı ses ve cevabı mırıldandı: "istirâhatü'n-nefs fi'l-ye's". 


kolay değildi. ayaklarını sürüye sürüye yürümeye başladı. çok gereksiz ve bir o kadar da can sıkıcı bir formalite için şahla görüşmesi gerekti. üstleri çenelerini tutamamıştı anlaşılan. yağmur çiselemeye başladı. kukuletasını çıkardı. nem ve sıcak zeminden yükselen serinlik tüm vücudunu sardı. bir süre sonra hızlansa da, daha sonra belli bir hızda devam etti yağmur. bilerek yolunu uzatarak devam ediyordu saraya doğru. 


hala bir umudu var mıydı. hala ondan bir ley bekliyor muydu? kendi kendine soru sormayı azaltmıştı, ebu davud'dan sonra. o kendisine sorabileceği hemen hemen tüm soruları cevaplamıştı ve ayrılmıştı yanından. şimdi o da şahın yanındaydı. onu görünce soracağı bir kaç soru olacaktı mutlaka. gerçi o sormadan cevaplardı ama olsun. asıl şaha nasıl cevaplar vermesi gerektiğini düşünüyordu ki kendisine geldi muhafızların sesiyle:


- kimsin? nereye gittiğini sanıyorsun çapulcu? 
- şah beni çağırmış. buma* deyin.
- bekle çapulcu.


kısa bir süre sonra geri dönen asker, özür diledive yolundan çekildi. iç havuzda kuşlar ve etrafta lüzumsuz aristokratlar vardı. kiminin elinde okumadığı kitaplar, kimi ise peçeli kızlara kur yapıyordu. giriş kapısına en kısa sürede gidecek bir rota çizse de bu tüm bakışların ona çevrilmesine engel olmamıştı. saçlarından hala su damlıyordu ve üstü başı çok iyi durumda değildi. adımlarının temposunu artırmadan ve yüzü ileriye dönük bir şekilde yürümeye devam etti. giriş kapısındaki askerlerden birini tanıyordu. çantasını almak ve üstünü aramak isteyen diğer askere döndü bu yüzden.


- elini çek.
- üstündekileri teslim etmek zorundasın.
- ...
onu tanıyan asker söze girdi:
- yeni. kusuruna bakma buma. geçebilirsin.


diğer askerin şaşkın bakışlarının altında içeri girdi. her yerde şilteler, yiyecekler ve kadınlar vardı. ebu ali ise şah'ın hemen dibindeydi, sohbet ediyordu. şaha doğru ilerlemeye devam etti. müzik devam ederken insanların sesinin artık kesildiğini farketti. yürümeye devam ediyordu, içerisi ağır şekilde parfüm kokuyordu. bu bölgede kadınlar saçlarına dahi kou sürdükleri için dayanılmaz bir hal almıştı içerisi. boğazını biraz rahatlamak için elbisesinin üst kısmını açtı ve devam etti.


sonra durdu. işte burası eğilmesi ve isminin anons edileceği yerdi. nihayet eğildi, şah'ın arkasındaki katip kılıklılardan biri ayağa kalktı. buma demesi için her şeyini verebilirdi ama öyle olmadı:


- yehud ibni hasan el-rey'i. yedinci varis. 
salondaki müzik de kesilirken yavaşça doğruldu ve ekledi:
- varis değil. tahttaki haklarımdan 14 sene önce feragat etmiştim.
* buma: (ar.) baykuş.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

bana mı dedin?

7/16/2011 01:36:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments

yaptığım her işte amatördüm. eliptik camları olan bir gözlüğüm var. bana farklı bir hava katıyor. ama bana gelen havalar hep cereyanla geldikleri için üşütüyorum.

yeni türkü denk geldiğinde dinlerim. hiç bir sanatçıya ve ya gruba bağlanamam. sürekli onu isteyemem. sürekli istediğim hiç bir şey yok. belki de önüme bir şeyler çıkması için hayat bu kadar hızlı. zamanı yavaşlatmak için kaplumbağa beslemek gibi düşüncelerim yok değil. 

şüphesiz herkes sevmek ister. aslında sevmenin doğasını ister. bilmez. bunu bildiği için istediği sevgiyi bulduğu bedene saplanır.kalır orada, öteye geçemez. öteye geçmez için ıslanmak ve rahmete basmamak gerekir. ben rahmete çok bastım, kaçamadım yağmurlardan.

hareket bir cisim hareket etmek, duran bir cisim durmak ister. insan ise bir yerlere saplanıp kalmayı sever, eylemsizliği bu yönde algılar. nesneler için önemsiz olan risk denilen şey, insan için önemli olduğundan belki de. herkes adımını büyük atamaz. hızlı gidersin o zaman, hızlı gittiğinde direksiyonu sabit tutman gerekir, en ufak titreme alır götürür seni. evlerin tek çıkış kapası olduğundan beri insanlar dışarıdakiler korkmaya başladılar. daha çok sarıldılar yorganlarına.

insan ölmeye öykünür. ölmeyi bilmez. yaşamaya öykünür, yaşamayı bilmez. karanlığa öykünür, yatarken ışıkları kapatmaz. gece, lambaları olan sokaklara girmekten korkardım, biri bir ıslık çalsa dizlerimin bağı çözülecekmiş gibi olurdu. sonradan öğrendim ki, aslına bakarsanız, hiç bir şey öğrenmedim. sadece büyüdüm ve büyüyenlerin karanlıktan korkmaması gerektiğini öğrendim. kimsede ıslık çalmıyor artık.

ankara soğuk bir şehir, betonlar ve anıtkabir var. hemen yanında kocatepe var. ışıklandırmalarla ayakta duruyor gibi. benim hiç olur olmaz bir yerden olur olmaz bir yere açılan bir kapım olmadı. annem babam beni çok sevmedi, ömrün duman duman dağıldı ama, karşmadı mesafeler hiç. uzaklar hep uzak kaldı. bir sinemanın önüne gittiğinde siyah beyaz bir film olmadı hiç, evde sadece bayramlarda bayram havası oldu, ankaradan abim gelmedi hiç. 

12 Temmuz 2011 Salı

temize havale

7/12/2011 12:19:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic 2 comments
eve dönmek istemeyenlere hitap ettiği müşahade edilmiştir.
çocuklar ölüme yaklaştırır. - hegel.

seslenmek istedim, yüzümde çapaklar
yüzümü yıkamadım aynaya bakma korkusu nihayet
bazen, camları yemeye çalışan bir kedi var
çocuklara sakallarım batsa
doğru ışık altında şefkat keder gibi gözükür.

gözlerim kısık olsa da 
sorumluluklar ağırlaştırmış havayı
kesintisiz bir dezenfektan
daima eksik, kesik, kurşun
hırıltılı sesiyle deli dibimde
bilinçaltım, bana rağmen, benim için.

türküler dinledikçe uzaklaşmışım
ayaklarım gidiyor, ben bakıyorum
dümeni belirsiz rüzgarlara teslim
camus deyince aklıma yabancı geliyor.

her şey gibi bunu da erteleyeyim
yaprakların gölgesinde narin
insanın hislerini dümdüz edecek kadar
etekleri çiçek, gözleri toprak rabbim!

seni seviyorum bir film cümlesi
duyunca gerçekliği yitiriyor, dalıyorum
alev gibi kıvrandı iki içinde bir
gözlerimi kapatıyorum, açtığımda
herkes gitsin, yankımı duyma umudum hala varken.

şimdi istiyorum ancak
ve ancak, gümüş külleri
maki yangını gibi hızla
dökülürken fesleğenden
temize havale etsin şu havayı.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Yuvaya bırakılırken kapıda ağlayan bütün çocuklar adına

7/09/2011 01:26:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
tarık sipahi "isimsiz"e bir inceleme yapmış, sağolsun mail ile bana ulaştırdı:

İstanbul'da bir semt: Üsküdar. Üsküdar'da bir sokak: Eski Mahkeme Sokağı. Gülfem hatun camiinin hemen yanında. Ana caddeye yakın dükkânları, kahvehaneleri, yumurta kabuklu sardunyaları,  küçükbahçeleri, eski ahşap evleri, yokuşu ile sokak üç uçlu, Y harfişeklinde. Bu sokakta restore edilmiş ahşap üç katlı bir evin ilk katında Leyl Cafe yer alıyor.

Geniş bir mekân. Özenli servisi, çeşitli güzel yemekleri ile temiztitiz bir yer. Boşnak böreği de yapılıyor. Arka kısmında sardunyalı minik bir balkonu da var. Mekânın değişik yerlerinde raflarda çeşitli kitaplar. Kasaya yakın bir rafta bir kitap. Daha doğrusu bir demo.Titiz, özenli bir fotokopi çalışması. İnce, bir şiir kitabı. Yetmiş sayfa. İki kapaklı. Önce naylon şeffaf bir kapağı var. Kitabın kapağını hem muhafaza ediyor - koruyor hem de içini gösteriyor. Kitabın kapağının alt ortasında bir saat. 'Bire iki kala'yı gösteren.Saatin üstünde iki kanadı açık bir kuş. Saate doğu uçuyor halinde. Dört kelime var kapakta. İsimsiz ( kitabı adı).  ali berkay bircan(Şairin adı).

Kitabı karıştırmaya başlıyorum. Anlatırken paylaşan, açık ifadeler,dizeler satırlar arasında... Kısa bir yolculuğa çıkıyorum. Bir cümle karşıma çıkıyor. "Sayfa atlama hakkım saklıdır." Kala kalıyorum. Durduruluyorum bu cümle ile. Kitabın başına dönüyorum. Rikkat ve dikkatle okumaya başlıyorum. Şiirlerin içlerinden bazı satırların,dizelerin altını çiziyorum kurşun kalemle. Soyutlamalarında olabildiğince nazik ve gülümsemeli olması dikkatimi çekiyor: "yaşamayı denemek, ölmenin yarısıdır",  "adımımı atabildiğimkadar geriye atıyorum",  "yaraları ve yara kabuklarını yaratana şükürler olsun",  "yapay zekâ genellikle / doğal ahmaklıktan üstündür.", "sağlıklı bir bekleme biçimi icat edilmedi henüz".

Şiirler okuru kalbin derinliklerine indiriyor; devam ediyorum kelimelerin altını çizmeye: "Sokağa çıkma yasağının olduğu gecelerde/Pencerelerim açık uyuyorum" , "karıncalara basmamaya dikkat ederek /sana yürüdüğüm yollar", "bilmezler ben en çok çocuklara yer veririm /soğuk bir otobüste",  "Ne çabuk geçti - paranın üstünü çikolataya yatırdığım zamanlar",  "kenarları annesiz yollar"

Sahici hayatı çok kolay yansıtan satırlar dikkatimi çekiyor:  " ter içinde uyanıyorum / televizyon açık kalmış", "düz kontakla başlanan gün",  "kitaplığımda onlarca, ayraç, hiçbir kitaba ait olmayan"

Sıradan gerçekleri kim zaman mahcupça kimi zaman en basit haliyle işaret ediyor şair: "ankara ayazı renginde toki binaları",  "ne öğrendik bu yalnızlıktan / insan gece tek başınaysa / iki paket sigara almalıdır.", "klorlu suya demlenen çay gibi / o çayın tadını getiremeyen iki şeker gibi"

Kelimeler hem çok berrak anlatıyor hem de kolayca paylaşıyor sizle duyguları düşünceleri; bu arada hiç belli etmeden hem aklınıza hem ruhunuza dokunuyorlar. Muzipliğin zekâsı ile ironin tebessümü kol kola karşımıza çıkıyor: "bozuk bir hayat da iki kere doğruyu gösteriyordur belki","(telsizde) - seviyorum merkez / - bir daha söyle, tamam", "Beş şehirim icradan satılık",  "cogito ergo mahpusum / seviyorum o halde yorgunum", "leyla, eline sağlık / mecnun çok deli olmuş"

Kitabı kapatıyorum. Bir daha okumadan önce bir kahve söylüyorum. Sonra tekrar baştan okumaya başlıyorum.

Hissediyorum ki bazı şiirler, sanki, yuvaya bırakılırken kapıda ağlayan bütün çocuklar adına. Kısaca ve de özetle: Yolunuzu Üsküdar'a düşürün. Leyl Cafe'nin çiçekli balkonunda dut ağacı karşısında bu fotokopiden kitapla kendinize ve de hayata dokunmayı yaşayın. Kim bilir belki sizde kendi dizelerinizin altını çizersiniz.

23 Haziran 2011 Perşembe

babamı nasıl yendim?

6/23/2011 11:08:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
mümkün olsa değişmemek ister insan. değişmek yerine ölmeyi tercih eder, zamanı durdurmayı dener. belki de zaman değişir, insan aynı kalır bilemeyiz. iki sene önceki haline bakar, kendine yabancı olmak üzer, en azından burar insanı. şekersiz çayın burduğu gibi, karanfilin ağzın içini uyuşturması gibi.

insan üyüdükçe kirlendiğinin farkındadır. kendisine eklediklerinin ona kötü yanlar da kazandıdığını bilir. parayla egosunu dizginler kimi. üzerindeki yükü atmak için uğraşır, didinir. hep aynı kalmak, aynaya baktığında değiştiğini görmemek ister.

erkek çocuk büyüdükçe babasının gölgesinde nefes alamaz hale gelir. ya kabullenecektir gölgede kalıp sıska olmayı, ya da köklerini de alıp gidecektir uzaklara bir yerlere. baba erkek çocuk için ağaçsa, evlat dibinde bulunan bir fidandır. oğullar babalarını yenerler ya da silikleşirler. devinim. otuz sene önce kazandığın savaşı kaybedersin sen de büyüdüğünde. hayat bu noktada adildir.

geri dönüşü olmayan yollara giderken tedirgin olursun. daha yolun başından geri döndüğün çoktur. dönenleri de görürsün, ayakların ileri giderken. kurduğu o yolda kendini görmekten korkar insan. en fazla kendine dönen kazanıyordur belki. sırrı öğrenenler iyi atlara binip gittiler.

mutlak galibiyet yok bu dünyada. herkesin mutlu olacağı bir son yazmak, herkesin mutlu olacağı bir dünya düşlemekten daha zordur. zaten gerçek denilen şey hayal gücünün sınırlandırılmış halidir.

21 Haziran 2011 Salı

bir başka kendi

6/21/2011 12:13:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments
Bonitas non est pessimis esse meliorem.

dünya sevmemiz için var,
yüzüstü bıraktım dümenleri
fransızca bir ezgi sorguluyorum
kursağımdaki katranlar boşanır yaralarımdan.

yokum ya da gırtlağım bilinçaltımın oyunu
şehirlerin darağacında sallandırdığı taş binalar
önünde bir kaç tabure ve çay
duman üfler, hekim olurum bir yaz sabahı.

yaşam bir an, geçti ve haşrolunduk
mecazi gerçekleri tabelalarda
her gittiğim yer diğerinin aynı
aynı bezgin suratlar, elimde demir kokusu
otobüsler dolu, bebekler ağlak.

yanılıyorsun, mutlaka öğütler gelir
felsefesi açık değil hayatın
hepimiz sırlara sahip, 
tüm kelimeleri tutmuşlar.
işte bu yüzden bozuk ve kırığım, 
savaş istiyorum. sen yatağında uyurken
ben yollarda gece olur.

yüzündeki çizgilerden hayat yaptım anne
bana yetiş; sarıl ki duvarlarım gözükmesin.

17 Haziran 2011 Cuma

yarım putperest - 3

6/17/2011 12:05:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments
"her şeye izin verilmiştir."

"zacariah?" dedi adam.

- benim. reza'dan haber var mı?
- mührünü göster.

genç adam sol omzunun üzerine dağlanan mührü gösterdi. iyice inceledikten sonra inandı.

- henüz yok. anlat.
- maveraünnehir'de aristo'dan bir risale tercüme edilmiş. ulaşamadım. yeni bir hastalık var, bağışıklık sitemini çökertiyor. iki yeni verem vakası var. yahudi bir genç bağdatta hekim okulundan ayrılmış. son derece yetenekli olduğu söylendi. buralardan geçmiş. gezici hekimlik yapmış bir süre. gazalinin bir risalesisine ulaştım.

- onu ver. neden burada oturuyoruz zacariah, biliyor musun?
- hayır.
- dikkatlice izle.

bağdaş kurmuş iki tane adam tepenin üzerinden olan biteni izlerken iki ordu karşı karşıye gelmişti. doğu tarafındaki ordu oldukça mütevazi bir görünümdeydi. batı tarafındaki ordu ise sultanın ordusuydu. şatafatlı komutanlar kollardan saldırmak için bekliyorlardı. avına saldırmak için havlayan köpekler gibi.

- sence kim kazanacak zacariah?
- sultanın ordusu. medreseden haber var mı?
- daha yenisin.

genç kendisine verilen cevaptan hoşlanmasa da sesini çıkarmadı. doğu tarafındaki ordudan bir elçileri çıktı. sağ ayağının üzerine basamıyordu, topallayarak iki ordunun tam ortasına yerleşti:

- teslim olur, kaleyi teslim edersiniz sizleri affedeceğiz.
- ... (sultanın ordusunda bir kaç gülüşme oldu, komutanlar arkalarını dönünce çabucak kesildi sesler.)
- teslim olun.

en ortadaki komutan öne çıkarak başını hayır anlamında salladı.

- kalel, mustafa öne çıkın!, diye gürledi topal elçi.

iki tane genç öne çıktılar.

- hemen kendinizi öldürün. cennetin kapıları size açılacak.

yüzleri ışıldayan gençler hiç bir tereddüt göstermeden ellerini silahlarının kabzalarına götürdüler ve karınlarına sapladılar. akan kan kumu kırmızıya boyarken, sultanın ordusunun ön tarafındakiler, gençlerin yüzündeki mutluluk ifadesi ve kan zıtlığını çözmeye çalışıyorlardı. bir iki adım geri çekilme oldu, sultanın elçisi donup kalmıştı. mütevazi ordu moral olarak öndeydi artık. elçi konuştu:

- sayıca fazla olabilirsiniz ama bunun gibi iki tane askeriniz yoktur.

sonucu belli olan bir savaşı izlemeye gerek yoktu. yerlerinden kalktılar ve yürüdüler. üç gün geçti. isfahan'a vardılar. adam iç geçirdi. büyük şehir sukunetini koruyordu. zacariah'ın kafası karışıktı. adam çubuğunu yaktı, su içti. savaş kaybedilmişti ama mütevazi ordu isfahana doğru gelmemişti. o yüzden şehirde bol bol gözyaşı ve rüzgar vardı.

"işlerin yolunda gitmesi gerek. o kitap gerek. sultanın korunması gerek. yolunda gitmesi gerek. bu akşam. yeşil sarık. gece zehir. sultan. koru."dalmıştı. tütünü değiştirip tekrar yaktı. zacariah çeviri risaleyi okuyordu.

- kalk.

zacariah kalktı. ne yapacağını biliyordu. giyisinin kolundaki ufak bıçağı biraz öne itti. hazırdı.

- yeşil sarıklı.

zacariah yeşil sarıklı adamı gözledi. normal şartlarda dikkat çekmezdi. sakince yürüyordu. sol eliyle cebindeki mektubu kontrol etti zacariah. yerindeydi. ilerledi. tütsü kokusu geliyordu. iyice yaklaştı. yeşil sarıklı arkasına döndüğünde çoktan bıçağı kolunda çıkarmış, sırtına saplamaya hazırlanıyordu ki döndüğü için adamın göğsüne saplandı. zacariah hemen adamın üzerine eğilip mektubu adamın koynuna koydu. öylece bekledi. adam izliyordu.

bağrış çağırışlardan dolayı askerlerden biri geldi. zacariah bir şeyler söyledi. asker diğer arkadaşlarından ayrıldı. bir çeyrek saat sonra sultanın kendisi maiyeti ile oradaydı.

- adın ne?
- zacariah efendim.
- neden öldürdün?
- sizi öldürecekti efendim. hekim kılığına girmişti.
- nereden biliyorsun?
- handa duydum efendim. bir mektuptan bahsediyordu.

sultanın bir göz işaretiyle adamın üstü arandı, mühür kırılıp zarf açıldı. sultanın suratı renk değiştirdi. sonra mektubu yaverlerinden birine uzattı.

- ne istiyorsun ödül olarak?
- hizmetinize girmeyi ve katiplik yapmayı efendim.
- tamam.

zacariah askerler ve maiyet ile oradan ayrıldı. her şey yolunda gitmişti. genelde daha zorlu olurdu bu tip işler. ama sultan ve ordusu o kadar karışık ve düzensizlerdi ki en beceriksiz casusları bile yakalayamıyorlardı. zacariah kısa bir an adamla göz göze geldi. ciddiydi. gerisin geri döndü ve vakur adımlarla sultanın arkasında yürümeye devam etti. sol omzunu ovuyordu. meydandaki herkes dağıldı. yeşil sarıklı adamın eşyaları satışa çıkarıldı. adam, ölünün üzerinde bulunan iki parşömeni ve minyatür kılıcı aldı. bir torbaya atıp sıkıca sardı.

parşömenleri dikkatlice inceledi. onun yazısıydı. içini ılıklık dalgası kapladı. hemen katladı parşömeni ve bir güvercin satın aldı.

14 Haziran 2011 Salı

yarım putperest - 2

6/14/2011 11:48:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments
dudaklarındaki çatlağı güvercin yağıyla ovdu. kehribar rengi şişeyi çantasına koyarken etrafını kontrol etti. davul sesi geliyordu. doktor bozuntularından biri gelmiş olmalıydı. ayaklarını sürüyerek o tarafa yöneldi. yüzü görünmeyen kadının elinde gülümseyen bir çocuk vardı. kadının ayaklarının tabanları tozluydu, elinin biri açık. kadının eline bir parça ekmek, çocuğun koynuna ise madeni bir para koyarak yoluna devam etti.

gösterinin olduğu alana vardı. halk yavaşça toplanırken nalburun biri çırağına küfrederek çıktı. saniyeler içinde suratı değişti, yüzü gülümseyerek alandaki kadınlardan birine yanaştı. hemen hemen her kesimden insan toplanmaya başlamıştı alana. gittikçe ısınan havada insan ve ter kokusu dayanılmazdı.

sahneye çıkan çocuğu gördü. kısa bir an için göz göze geldiler, gözleri yeşil bir çocuktu, muhtemelen romalı diye düşündü. omuzları genişti. çenesinin hemen altında boynuna kadar uzanan sprial bir dövmesi vardı. dudakları ise göstericilere konuşurken ağzı sulanmasın diye tuzlanmıştı, yer yer kraterler ve yeni kapanmış yaralarla doluydu. ayaklarında kırbaç izleri ise nispeten yeni sayılırdı. henüz hokkabazlığı öğrenmiş bir çocuktu bu. çabuk öğrenmesi için ayak bilekleri kırbaçlanırdı bu çocukların. ufak bir torbadan yanakları parlayan bıçakları çıkardı, birbirine sürttü. bıçakların çıkardığı o kendine özgü sesle bir kaç kişinin kıpırdadığını hissetti. türk olmalıydılar. tekrar gözlerini çocuğa çevirdi.

sıkı sıkı tuttuğu kitabıyla, çantasına da dikkat ederek kurulmuş sahnede dekor olarak kullanılan kitapları da görebileceği bir yere geçti. bölgenin lordları, dulları, çocukları şimdiden başsız gürültüler çıkartıyordu.

sahneye çıkan doktor başıyla emir verdi çocuğa ve gösteri başladı.

"iyi dünler, iyi günler!"

bir yandan adam türlü palavralarla ilacını anlattı. sonra bölge yöneticisini övdü. soğuk bir gülümseme ile karşılık verdi yönetici ve hediye ilacı kabul etti. muhtemelen bal ile tad verilmiş, birkaç bitki ile de kokulandırılan içkiden başka bir şey değildi. tek iyi etkisi bağırsakları açması ve hücre yenilenmesiydi. kelliğe ve yaralara iyi gelmezdi, düzenli kullanılması gerekti. adam birkaç masal anlattı. şövalyeleri öven bu hikayelerden meydandaki papazlar pek hoşlanmasa da lord her masalın sonunda ellerini ikişer kez çırptı. anlatıcının gözlerinden bir rahatlama geçti. öldürülmeden kurtulmuştu. yöneticilerin sağı solu belli olmazdı.

ilaçları satmaya başlayacaktı. çocukla göz göze geldi anlatıcı, çocuk bıçakları çevirerek ona döndü, her tam dönüşünde çevirdiği bıçaklardan birini yere bırakıyordu ama gösterinin normal seyri bu değildi. bıçaktlar teker teker torbaya düşerdi ve gösteri biterdi.  son üç bıçağa geldiğinde eline inen bıçağın ucundan ustalıkla tutup anlatıcıya fırlattı, bakışları çocuğu izleyen anlatıcı, köpeklere özgü bir inilti çıkardı. saten elbisesinin dantelleri kan ile boyanırken yüzü izleyicilere bakacak şekilde düştü, bir kaç saniye içinde. çocuk elindeki diğer bıçağı lorda, diğerini ise hemen yanında ayakta durana büyük bir ustalıkla fırlattı. askerler çocuğu yakaladılar. hemen oracıkta başı kesilen romalı çocuk, boynundaki spirale dokunmuştu önce, daha sonra ise haça. en ufak bir direnme göstermemişti.

lorda attığı bıçak lordun kulağını sıyırmıştı fakat lordun kulağında saniyeler içinde yeşillenmeler başlamıştı. bıçağın ucu zehirle ovulmuştu muhtemelen. "hekim var mı!" diye bağırdı askerlerden biri. kimseden ses çıkmadı.

adam yavaş adımlarla sahnedeki dekorun içine doğru ilerledi. kitaplara yaklaştı ve eş-şifa yazan kalın kırmızı kitabı aldı. bu sırada askerlerden biri lordun kulağındaki yarayı temizlemeye çalışıyordu ama baldıran zehri veya haşhaştan yapılmış bu zehirden kurtulmasının yolu kulağın tamamen kesilmesi ve kesilen yerin ayı yağıyla ovulmasıydı.

olan biteni seyrederken birinin elini çantasına uzattığını hissetti.farketmesi kendisi için hayırlı olmamıştı.  hırsız bir yumrukla yere serdi adamı. sonra ellerini belindeki meşin torbaya uzatt,ı çekti ve aldı paraları. karnına ve ağzına tekme salladı. yerdeki adamın kırbaç izli ayak bilekleri açıkta kaldı. hırsız ayaklarını omuz genişliğinde açtı ve yerdeki adama muzaffer bir gülümsemeyle baktı. askerler karışıklıüa doğru  yönelmişti.

geri dönüp yirmi altı buçuk dişiyle gülümsedi yerdeki adam. hırsız koşar adım uzaklaştı. ayak bileklerini ovdu. böğrünü tutarak kalktı. çocuğun kanının kokusu bu sıcakta çekilmez bir hal almıştı.  büyük hekim'in kitabını çantasına koydu. çantasındaki tozları nasırlanmış elleriyle vurarak temizledi. lord acı içinde uluyordu, zehir kulağından başka yerlere sirayet etmiş olmalıydı.

asker ihtiyara döndü ve sordu:

- tanrıya inanmıyor musun? boynunda haç yok?
- akıl kaçınılmazca neseneler yaratır kendisine. bu yüzden her düşünenin tanrısı, düşüncesine göre şekillenir.

yarattığı akıl karışıklığından faydalandı, hızlı adımlarla geldiği yere doğru giderek alandan uzaklaştı. dilenci kadın yoktu. verdiği bir parça ekmek yerdeydi, üfledi ve çantasına koydu. şehrin batı kapısı gözüküyordu. başındaki sargıyı gözlerinin düzelterek gözlerinin hemen üzerine yerleştirdi, ağzını ve burnunu da kapatarak kapıdan çıktığında sakson borusu ötüyordu. lord ölmüştü.

yarım putperest

6/14/2011 12:41:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments
etekleri yerleri süpürüyordu ve sakalları kıvırcıktı. başına doladığı beyaz örtüde yer yer kırmızı izler vardı. üstü başı pek temiz sayılmazdı, elindeki kitabın meşin kapağı parlıyordu güneşin altında. gözlerini kısarak yaklaştı, ayaklarından tahtalara özgü tok bir ses geliyordu her adımını atışında. simsiyah ayak tırnakları üzerinde beyaz elbisesiyle uyumsuz; bunu takar gibi bir havası yoktu.

bulduğu gölgeye oturarak elindeki kitabı açtı. önüne açtığı mendil çok kişiyi şaşırtıyordu. kitap okuyan bir dilenci olur muydu? ama o dilenci değildi, sadece havalanması için mendilini sermişti. omzundan dürttüğünde parayı atan adamın irkilmesi bundandı. elindeki kitabı elleri sıkı sıkı sarıyor, kimse bilmez kitabın içeriğini. çok kez dövülmüş gibi görünen ve dişleri çökmüş bir ihtiyarın kitabı kimsenin umrunda değildi. gelen giden süzüyordu, bakışlar içinde geçer ve kaybolurdu sonra.

yanına yaklaşan biri sordu:

- meczup musun, necisin?
- ...
- derdin ne be adam? eğer okuman yazman varsa bir şeyler isteyeceğim iyi para veririm.
- ...
- söz veriyorum, kötü bir şey istemeyeceğim senden.
 kafasını kaldırdı, yüzüne vuran güneşten memnun olmayarak adamın gözlerini aradı, bir kaç saniye süzdükten sonra;

- boş sözler verenler ve bunlara inananlar ancak şeytanın yolundadırlar.

yeni gelen adam sessizce uzaklaşırken kitabına döndü. sırtı dümdüz olan adamların dert çekmediğini bilirdi.

verilen selayla beraber ayaklarını topladı alışkanlıkla. öleni bilmiyordu ama ağlayamayan ve haykıramayan birini görmüştü, ürpermiş gibiydi, hem de bu havada. olayın vehametinden etkilenmişti, ilk kez ölüm görmemesine rağmen.

ölünün kokusu değil de naaş kalkerken duyulan kokudan nefret edilir. gelen tütsü kokusundan uzaklaşmak için eteklerini ve çantasını topladı, her yanı eprimiş. yavaşça toprak zemini ezdi. ayağının altındaki topraktan zerreler havaya karıştı. her fırsatta kendisini tekmeleyen katilin cenazesi kalkıyordu, onu sevmeyen kardeşi ve bir kaç kişi dışında musallanın yakınında kimse yoktu.

onu gören herkes şöyle bir dönüp baksa da aldıracak durumda değildi. sağ bacağının üstünü ovuyordu. yatanın o olduğunu, öldüğünü bilse de geri gelmesini, bir sonraki seferde hedefi bulmasını diliyordu. kendisini açık etmemişti, ölen katildi ama putperesti korumuştu.

naaş kaldırldı, bir çınarın dibine açılan dikdörtgen şeklindeki oyuğa sadece beyaz bir kefenle yerleştirildi. kardeşinde hiç bir renk yoktu. sanırım ölü ona dokunulmazlık kazandırmıştı.

imam sakin ve biraz da dalgın bir şekilde, tek düze bir sesle idare etti töreni. fısıltıyla iyi bilirdik dedi iyi bilenler. onun adını duydu ve yere tükürdü. anglo sakson bir tepkiydi bu.  imam kafasnı eğdiğinde bir an önce işi bitirmek isteyen kardeşinin ilk toprağı acaleyle atması aklının bir köşesine yazıldı. kefene sarılı bedene çarpan tok toprak sesi kesildi bir süre sonra.

kardeşi ona yaklaştı ve sordu:

- bir katilin katledilmesi paradoks mudur ilahi adalet mi?

sustu, bir cevap yoktu. sorma sırası geldiğinde sordu:

- abin cehenneme gidecek inancına göre. inanıyorsun, neden?
- sorgulamam. inanırım.

kardeş uzaklaştı. üstlendiği sorumluluklardan sırtının kamburlaşmıştığını farketti.

elindeki kitabı daha sıkı kavradı ve su içti. tütsü kokuyordu.

9 Haziran 2011 Perşembe

Şifa Niyetine

6/09/2011 11:16:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
istediklerimi söylemek için kimsenin yadırgamayacağı bir maskemin olmasını isterdim. hala ve hala söyleyeceklerimi söylemeyi bir şarta bağlıyorum. yanlış yoldayım. geri dönüp sağa sapmalı.
* * *
ilaçlar değişmeli. içinde belirli miktarda yazı olan ilaçlar olmalı. ilaçlar havaya, ruh haline göre isimlendirilmeli. insanlar hangi ruh halinden çıkmak istiyorsa gidip o ilaçtan almalı, az bir miktar para vermeli. devlet bu duruma laga luga yapmamalı. sonra mizahla sulandırılmış acı olmalı ilaç olarak, plasebo olarak. bazı ilaçlar insanları zehirler, bazı hastalıklar hiç tedavi edilemez gene. yayınevleri de ilaç depoları gibi olurlar muhtemelen.
* * *
ben yazarım ve elmalar düşer, ah muhsine göre onları zehra toplar.
* * *
o kadar kötü bir hava var ki, sıcaktan başka insanların duyguları üzerime yapışıyor, terliyorum ve kokuyorum. terlenmeyen havalar genelde iyidir. terlenmeyi gerektirecek bir koşuşturmaca da olmamalı.
* * *
seni sevmek sırtımın açıkta kalması demektir ve ben uyandığımda elleri ilk olarak gözlüğüne giden bir adamım. o yüzden kalktığımda ilk seni düşünemem, önce tam görmem gerekir.
* * *
kocaman bir çınarın altında olan yaşlı kaplumbağanın sırtına yaslanıp onunla muhbbet etmek istiyorum. uzun ve yavaş bir hayat nasıl?
* * *
sanırım okuya okuya konuşma yetimde bir araz meydana gelmiş. eskiden az konuştuğumdan farketmiyor olabilirim. eskiden az konuşmuyorsam bu araz hep vardı, insan kendini tanııması sürekli devam ediyor. üçüncü şahıstan kendimizi sorgulayıp, birinci şahıstan cevap yetiştiriyoruz.
* * *
bazen kendimden en fazla, otobüs beklediğim durağın karşısından geçen bir otobüsün dönüp bu durağa da uğrama ve beni alma ihtimali kadar emin olabiliyorum. aslında bu hal, yanlış durakta mı bekliyorum acaba hali. eğer ki karşı durakan o araba geçerse, sizinkinden de geçiyordur. ama işler çok zaman böyle yürümez.
* * *
çağımızdaki sevgiler estetiğe feda ediliyor. - iyi bilirdik, ama çok çektirdi.

persona

6/09/2011 12:18:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments
yaşamak dışında hiçbir şey ölümcül değildir
çabaladım, yürüdüm, ayaktayım. görenler insan demez
belki de bu at koşmaktan çatladı toprak yollarda
onu göğsünden vurup da acısını dindirecek olan çıkmaz.

ilk ciddi ayrılığımı yaşadığımda çocuktum
yaşım kaç olursa olsun, büyüdüm o anda.
anlar vardı tümegittiğinde sonsuz
içinde bulunulan, yoksunluk belirtisi.
bilmek eziyet oluyor belli bir yaştan sonra.

sen gelsen ve tutuşsa bütün kağıtlar
islerini suratıma sürüp de kirlenirim
burası pers şehri olsa, kalesiyle yekpare
elçiler gelse ben fedaileri surlardan atsam
fedaileri atsam ve onları sen karşılasan.

ben hep yolcu olurum
tek başıma otururum yanıma kimin bineceğini bilemem
gideceğim yerde yara izleri fark yaratmaz.

7 Haziran 2011 Salı

An Çeşitlemeleri - 2

6/07/2011 10:42:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
immanuel kant, fragmanlar.

aklınıza güzel bir söz geldiğinde, ya da gördüğünüz, dinlediğiniz, okuduğunuz bir şeyden esinlendiğinizde kafanızda güzel bir düşünce oluşur, kelimelerinin sırası bile belli olmaz. not edemezsiniz; çünkü hem siz hem düşünceleriniz hareket halindedir. elinize kalem geçtiğinde hatırlayamazsınız. sadece yaşanan anlar vardır.

gece olunca çöken karanlıkla beraber yatağınıza tünediğinizde beyninize üşüşen düşüncelerin orijinalliğine hayran kalırsınız. ertesi gün bunu paylaşmak istersiniz insanlarla, düşünülmüş olma ihtimalini düşünmeyerek. düşüncenin düşünenden önde olduğunu anladığınız anlar vardır.

güneşin yakıcılığıyla erken uyandığınız sakin sabahlarda gerişirsiniz, kaslarınız açılır; yüzünüzü yıkayıp dışarı çıkarsınız, herkesten (en azından hatırı sayılır çoğunluktan) önce bu günü yaşamak istersiniz. nafile çabanızı parkları işgal eden insanlar öldürür. ışığın görenden önce olduğunu farkettiğiniz anlar vardır.

size en yakın yaşlı ağacı bulursunuz ve sorarsınız ona, sessizce tabii ki, insanların deli olduğunuzu düşünmesini istemezsiniz. "insan kendi kendinden ne yapar?". etrafınızı kontrol edersiniz. sadece içinizden sorduğunuz sorularınıza ufak bir gülümsenizin eşlik ettiği anlar vardır.

esnaf "canlıyı göreyim!" der, afallarsınız. algı dünyanız farklı yerlere gider, geri gelir. döndüğünüzde elinizde para vardır, uzatırsınız. nasıl yaptığınızı bilmeden doğruyu yaptığınız anlar vardır.

dakikalar boyunca uğraşıp elbise seçtiğiniz günler vardır. dışarı çıktığınızda  "gene olmadı bu..." diye düşünürsünüz. ne yaparsanız yapın olmayacağını anladığınız anlar vardır.

günler, haftalar, aylar, yıllar boyunca yaşadığınız yeri ararsınız, bunun eksikliğini daha açmaya bile yeltenmediğiniz kolilerin üzerindeki tozlarda hissedersiniz. istediğiniz dünyayı kendinizin kurması gerektiğini anladığınız anlar vardır.

sürekli kafanızda dönüp duran şeyleri karşınızdakine aktarırken konunun dallanıp budaklandığını görürsünüz. kısa cümlelerle ifade edilemeyen anlar vardır.

mutlaka, durup duruken aklınıza düşen cümleler yüzünden karnınızın hemen üzerindeki yılan kıvranır. o düşünce fırsat bulabilirse orada kök salar, o sarmaşık sulanırsa çiçek açar, pencereleri dışında her yeri sarmaşık olan evler ne güzeldir. hayat yakalayamadığınız anlarla doludur; zaten kuşlar kafeste değil de gökyüzünde güzeldir.

*foto: JacquelinePHOTO

5 Haziran 2011 Pazar

An Çeşitlemeleri

6/05/2011 10:23:00 ÖS Posted by mistrafantastic 7 comments
birbiri ile hasbelkader tanışmış iki insansınızdır, sokakta karşılaştığınızda selam vermeye yeltenirsiniz, sonra vazgeçersiniz. ıskalanan anlar vardır.

bir ortak nokta vasıtası ile karşı cinsten biriyle aynı anda gülümsersiniz, daha sonrasında ise ne yapacağınızı bilemezsiniz. öylece durduğunuz anlar vardır.

kavga ettiğiniz aile fertlerinden biriyle aynı ortamda bulunursunuz mecburen, yapılan espriye ikinizin de güldüğünü farkedip, yüzyüze gelirsiniz, bir kaç saniye daha gülümsersiniz.  başınızın önüne düştüğü anlar vardır.

çok emin olmadığınız bilgiyi söylediğinizde ortamdaki biri sizi desteklerse, yüzüne bakıp gülümsersiniz. iki kişinin de aynı görüşü paylaştığı anlar vardır.

yalnız olduğunuzu düşünüp, sinirlendiğiniz, üstünüze rastgale (muhtemelen bir kaç günlük) elbiseleri geçirip dışarı çıktığınız zamanlarda, aklınıza düşer herhangi bir hatıra. havayı kokladığınız anlar vardır.

okuyup bitirdiğiniz kitabı kapattığınızda, eğer çok beğendiyseniz, bir daha aynı heyecanı ya da aynı seviyede mutluluğu yaşayamayacağınızı anlarsınız. olsun dediğiniz anlar vardır.

şüphesiz, ölüm aklınıza geldiğinde, dalıp gidersiniz, sonra birisi bizi dürtüp dünyaya döndüğümüzde "hiçbir şey yok, sadece öyle dalmışım, yorgunum." dersiniz. bedenen orada olmadığınız anlar vardır.

yazıp, iki defa okuyup kontrol ettiğiniz, sağını solunu düzelttiğiniz yazıyı yayınlarsınız. okunduğunuzu anladığınız anlar vardır.

zaman'ı sonsuz yapan anlardır, sürekli aynı şekilde terennüm eden. notalar aynıdır değişmez ama, onları farklı şekillerde yanyana getirip farklı şarkılar yaparsınız, hayatta buna benzer bir sürü anla çepeçevre sarılmıştır. kulağınızı açtığınızda duyacağınız şarkı, her gün farklıdır.

*foto: JacquelinePHOTO

2 Haziran 2011 Perşembe

kansızlık

6/02/2011 11:38:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , , No comments
ayı, kansızlık ve buzdolabındakiler öyküleri oldukça güzel. arka kapak yazısı yok. ön kapakta dama zemin üzerinde, kırmızı bir adam silueti var. uçurumun dibinde duruyor. selçuk orhan, ilk öyküsünün adını, ilk kitabının adı da koymuş. fena olmamış. dergah bastı, ben okudum. saman kağıdı.

* * *

önce solgunluk ve benzeri şekilde kendini gösteren, tehlikeli bir hastalıkmış anemi. aslına bakarsak, sokakta kansızlık bu manada kullanılmaz, anemi diye babalar gibi bir sözcüğümüzün varolmasından. (madem farklı bir sözcüğümüz var, neden kullanmıyoruz?) bunu rağmen yaşını başını almış teyzeler ısrar ederler, "yavrum betin benzin atmış, bekmez iç! kansız kalmışsın." onlara göre kansızlık hastalık olamaz, yakınlarından biri ciddi  şekilde bu hastalığı geçirmediyse. kansızlık pekmezle giderilebilen bir şeydir ve buna iman ederler.

aslında ben "kansız!" lafını ilk kez, ananemin ağzından işittim: "bırak sen de şunları oğlum, bunun abileri de kansız!" büyük hakaret olmalıydı, zira olmayan şedde varlığını hissettiriyordu, cümlenin sonundaki vurgu vs. her şey tamamdı. burada kan bağına ülkede verilen önemi de göz ardı edemeyiz. kan önemlidir, soy sop önemlidir, bu pencereden bakınca kansız sözü soyu sopu belirsiz gibi bir yere çıkıyor ki evlerden ırak. ciğersiz, umursaması, vicdanı olmayan (ve benzeri anlamlar) gibi anlamlar direk aklınıza gelmiştir zaten.

* * *

son kansızlık ise, cümle içinde geçme olasılığı düşük bir kansızlık. tıptan uzak, işin kötüsü bunu yaşını başını almış teyzeler bile kullanmıyorlar, soy sop da karıştırmıyor. sadece okuma hastalığına iyi geldiği söylenmiş. ara ara ama. tekmili birden on bir hikaye ama hepsini toplasan sahaya çıkamaz. iyi bir şey bu.

öyküler genel manada alıştığımız belirgin sonlarla bitmiyor. hani eski edebiyat dergilerindeki gibi, sırf betimleme olduğu belli olsun diye yapılan betimleme gibi betimler yok. türkçenin yer altı ve yer üstü güzelliklerini kullanma çabasına da girmemiş yazar. sadece anlatmış, bazen aksak, bazen koşarak.

öykülerin kahramanları silik karakterler, çevrelerinde olup bitenlere ya az dikkat ediyorlar ya da fazla dikkat ediyorlar. ortası yok. zaten gerçekler hayal olamaz, ama hayaller gerçek olabilir borges'in dediği gibi. bundan mütevellit selçuk orhan'ın anlattığı bu kahramanlar, hayalden gerçeğe dönüşebilirler, belki de dönüşmüşlerdir.

türlü üslupları denediği öykülerde, en çok dikkatimi çeken nokta, deyimleri devirme açlığıydı. biraz da şiirsel bir hava yakalamak için yapmış olabilir bunu. belki de öykülerin geçtiği zaman ve mekanları okuyucuya yakınlaştırmak için. devrik ya da değiştirilmiş bir deyim, okyucunun ilgisini toplamaya da yarar çok zaman. bundan da faydalanıyor selçuk orhan. bir de dikkatimi çeken diğer nokta, yazarın az sayıda epigraf, alıntı, şiir dizesi vb. kullanması.

katakofti

6/02/2011 12:14:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , , No comments
kanellahu lem yekun maahu şey, el'an kema kan!*

muhayyelattan bir alemden haber, saman kağıtlarına düşmüş, haberleri yeni ulaştı diyarıma. ki bu hikaye sekiz kısımdan müteşekkildir, farazi bir zaman diliminde, farazi kişilerin, farazi kurguları üzerine yazılmış, gaybdan haber vermeyen bir kitap. ama az biraz neler olacağını söylüyor. "işlenmeyen bir konu kalmamıştır, eyvallah." diyor yazar, ama kurgu noktasında nefesimizle yarış edebiliriz diye ekliyor.

- istediğimiz hikayeden başlayabiliyor muyuz gökdemir ihsan efendi?
- tabii ki.

Katakofti. Kapak: Ahmet Gürlen
kitap her bölümü okusanız ya da okumasanız bile size istediğiniz bakış açısından başlama şansı veriyor. tarzlar da değişiyor her bölümde. hatta bakış açıları farklı zamanlarda yazılmış muhtemelen. kitabında yazar, gidiş yolunu kendince düzenlemiş. saminen** demiş mesela girişte. görünce hemen son öyküye gittim.

ne yaptın sen filan demeyin. belki de yazara olan güvenimden, belki de başka şeylerden elimdeki kitabın tek sayfada çözümü veren veya bu iddiada olan bir kitap olmadığını biliyordum. istediğim yerden okumaya başlamak istiyorsam, bunu yaparım. biçimsel kaygıdan ve tek yönlü kurgulardan uzaklaşmamın sebeplerinden bir de budur. en son bakıştan başladım, daha doğrusu daldım diyelim.

gördüm ki aslında benim değiştirmek istediğim akış çizgisi değişmiyor, nereden başlarsan başla aynı yere ulaşıyorsun, sadece nüansları sonra görmek ile önceden görmek arasında tercih yapıyorsun.

bildiklerimizi ne kadar biliyoruz, faydalı bilgi nedir, varlık nedir? bunlara cevap arar insan. kitap diyor ki "ben bunları bilmiyorum, ama sen bunları arıyorsan gel yamacıma, sana bir kaç bakış açısı sunacağım." sen muhasebeni yap. dünyan karanlık bir zindan mı, uçsuz bucaksız bir ova mı, yoksa zaman bağımsız mekan bağımlı bir yer mi? düşün diyor. ikra!**** emrine uyarak başlıyoruz.

her kitabı kapadığınızda düşüncelerinizi yakalayabilirseniz, o kitapla alakalı tek bir cümle geçtiğini görürsünüz, daha sonraki okumalarınız sadece ayrıntıların tadına daha fazla varmak için olur genelde. bu kitabı kapadığımda aklımdan geçen şuydu:

"sonsuzluk bütünü değil de, bütünün parçalarını tanımlamak için kullanılır." ne kadar uğraşırsak uğraşalım, asıl bilgiden uzaklaşırız ayrıntılara takıldıkça. mutlaka bulmacalar vardır, ama bulmaca addettiklerinizin çözümü, kısaltmasından bulduğunuz bir elementinin adının, size çağrıştırdıkları kadar faydalıdır belki de. bilemeyiz.


son olarak galip'ten ve yunustan yapılan alıntılar, harf illüstrasyonları gayet güzel. hacminden daha fazla şeyler vaadediyor. tasavvufi göndermeler de bir o kadar güzel, başka bir bakışa geçileceğinde toparlamak için verilen beyitler ise ayrı leziz. ki aslında ecnebilerin dediği noovell tarzında bir eserdir bu kitap.


son olarak ben de muhiddin'den*** bir alıntı yapayım madem:


"bil ki sevgi makamı çok şerefli bir makamdır 
gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır…"

*      : Allah vardı ve ondan başka bir varlık yoktu. hala ondan başka varlık yok.
**    : sekizinci olarak.
***  : muhyiddin ibn arabi.
****: Oku! (Kur'an-ı Kerim 96/1)