Ægroto dum anima est, spes est. (Erasmus, Adages, 2.4.12)

14 Nisan 2010 Çarşamba

mutlu bir gün

4/14/2010 12:15:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments
her gün yaşamak istediğim gerçeği yeniden seçiyorum. pratik becerikli profesyonel olmaya çalışırıyorum, ama arzununda benim yanımda olmasını isterim. zorunluluktan ya da hayatımdaki yalnızlığı azaltmak için değil, güzel olduğundan.katıksız aşktan ya da yalnızlığı azaltmak için değil, güzel olduğundan yaparım bunu.

tanımadığım, planlarımda yer olmayan birine aşık olduğuma inanabilsem keşke. aşkı kontrol altında tutmakla, reddetmekle geçen bütün bu ayların bende tam ters bir etkisi olmuş: bana başkalarından farklı bir şekilde ilgi gösteren insanlara kendimi kapatıveriyorum galiba. neyse ki ondan telefon numarasını istemedim, nerede oturduğunu bilmiyorum, fırsatı kaçırdığım için kendimi suçlu hissetmeden kaybedebilirim onu. ve eğer durum buysa, onu çoktan kaybettiysem bile, hayattan mutlu bir gün çalmış oldum. şu dünyada mutlu bir gün bile mucize demek...

aşk mısın ey sevgili

4/14/2010 12:13:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments

bir zamanlar, parlak tüyleri, rengarenk kanatları olan bir kuş varmış. uzun lafın kısası, bakanları neşeye boğarak göklerde özgürce uçmak için yaratılmış bir hayvanmış. günün birinde kadının biri bu kuşu görüp ona kapılmış, ağzı hayranlıktan bir karış açılmış olarak, kalbi deli gibi çarparak, gözleri heyecandan parlayarak kuşun uçuşunu seyretmiş. kuş, onu yanına çağırmış ve ikkisi birlikte, nefis bir uyumla uçmuşlar. kadın kuşa tapıyor, onu kutsal sayıyor, yüceltiyormuş..
*
ama günün birinde düşünmüş kadın: "belki de uzak diyarları keşfetmek ister".. korkuya kapılmış. aynı duyguyu başka bir kuşla yaşayamayacağından korkmuş. ve kıskanmış, kuşun uçabilme yeteneğini kıskanmış. kendini yalnız hissetmiş.
*
"ona bir tuzak kurayım" diye geçirmiş içinden. "bir daha ki sefer artık gelirse gidemesin." kadın kadar aşık olan kuş, ertesi gün tekrar sevgilisini görmeye gelmiş. ne var ki tuzağa düşmüş ve kafese hapsedilmiş. kadın her gün gelip kuşu seyrediyormuş. vurgunmuş ona ve onu gösterdiği arkadaşları, "ne kadar şanslı bir insansın" diye haykırıyorlarmış. Ne var ki, tuhaf bir değişim baş göstermiş: artık sahibi olduğundan, kalbini çalmasına ihtiyaç kalmadığından, kadının kuşa olan ilgisi sönmüş.. uçamayan, hayatının anlamını dile getiremeyen hayvancık sararıp soluyor, parlaklığını yitiriyor, çirkinleşiyormuş - ve kadın da kafesini temizlemekle yetiniyormuş..
*
günlerden bir gün, bir yağmurla beraber kuş göçmüş bu dünyadan.kadın son derce üzülmüş buna ve o andan itibaren onu aklından çıkaramamış, ama kafesi hatırlamıyormuş bile. onu ilk kez, mutluluk içinde bulutlarla yarışırken gördüğü gün varmış sadece zihninde. kendini iyice dinlese, kuşun onu heyecanlandıran tarafının dış görünüşü değil, özgürlüğü, hareket eden kanatlarının enerjisi olduğunu farkedermiş.
*
kuşun yokluğunda, hayatı da anlamını yitirmiş ve ecel kapıyı çalmış.niye geldin diye sormuş kadın ölüme.
tekrar onunla göklere uçabilesin diye karşılık vermiş ölüm. her seferinde gidip gelmesine izin versen, ona olan sevgin ve hayranlığın iyice artardı; ama şimdi onu görebilmek için, bana muhtaçsın...

11 Nisan 2010 Pazar

günlükleri saklı tutmak

4/11/2010 04:27:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments

gün ışığına çıkmayan, çıkmaması gerekenleri saklamaktır.

yanlış anlamaların önüne geçmek, umut vermemektir. kendine yalnız olmaktır biraz. duyguların evrenselliğine inanmamaktır. duyguların aldatıcılığına ve dünyaya güvenmemektir. saklı kalan o defterdeki anıları, umutları ve hüzünlere gün göstermemek en iyisidir. kırılgan olmanızı engeller çünkü. sol tarafınızdaki ağrıları sizden başka kimse anlamaz, sadece anlamış gibi yaparlar ve insanlar anlamadıkları şeylere farklı anlamlar yüklerler. bu anlamlar sizin üzerinize biner, altında ezilirsiniz.

karşılık bulamadığınız duygular ölü doğmuştur diriltmeye çalışmayın. hemen aklınıza gelen ilk kelimeyi de karşılık bulamadığından sooraki yere yerleştirmeyin lütfen. hayat sadece o mefhumun varlığıyla ilerlemez çünkü. buna alışsanız iyi olur. ikiyüzlü kelimesini yanlış anlamayın: insanın fazladan yüzleri olması iyidir. duruma göre maske değiştiremeyen, geride kalır her zaman. ama gerçek yüzünüzü de kimse bilmemeli, bildirmemelisiz. o gerielerde saklı durmalı, kimseye gerçek olan iyi gelmez. kendinizi fazla açmayın, duygularınızı belli etöeyin. günlüğü saklı tutmak içgüdüsü son derece gereklidir, bozmayın.

bu arada saklı kalan o defteri arayan ve sonunda bulanların çoğunun sizden uzaklaşaması da tesadüf değildir. bilinmeyeni kalmayan insanın çekiciliği kalmaz çünkü. tek elde edebilecekleri ölüm olduğu için intihara meyillidirler bazen, siz anlamazsınız insanları, duygularını temelli hapsetmek ise, duygularınızı infaz etmektir. duygularının infaz eden soğuk insanların bir bildikleri vardır. size ne onların infaz sebebi, duygularının gerçek yansımaları?

insanlar artık yüzüme intihara meyilli bu diyerek bakıyorlar ve kırımızı pilot kalemle yazılmış yazılarımı farklı yorumluyorlar. takıntı haline getirerek yazdığım şiirler ortalık malı olduğundan beri, kendime kızıyorum daha iyi saklayamadığım için günlüğümü. ve benden uzaklaşanları gördükçe günlüğümün değerini anlıyorum. ama insanlar istedikleri gibi yorumlasınlar, kimse bilemez onların gerçek olup olmadığını, sakladığım birkaç yüz daha var cebimde, gerektiğinde onları kullanabilirim.

gördüm ve artırıyorum. kimse, ne zaman ne hissettiğimi, kime ne amaçla yazdığımı, neden ona cevap veriğimi bilmez, yaptıkları çıkarımlar kendilerini alakadar eder, bana bunlarla gelmeyin. günlüğümü alan ve onu ifşa eden arkadaşımı hala affetmedim, aradan bir sene geçti, bugün o olayın yıldönümü.

6 Nisan 2010 Salı

başlıksız yazılar #2

4/06/2010 07:27:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic No comments

globalleşen dünya da fikirlerin içine mutlaka ama mutlaka para, ve birilerine yaranma çabası giriyor. haliyle bu da fikirlerin duruluğunu engelliyor.

insanlar belli görüşlerin içinde olduklarından bu önlerini tıkıyor sanki. belli bir görüşün içinde olmak tamamen dezavantajlı da değil. bir noktaya kadar insanı geliştiriyor. ama daha sonrası için ümit vaadetmiyor.

aynı zamanda belli bir kişiyi rol model almak yukarıda saydığım nedenlerden dolayı kişiler ve görüşler üzerinde yadsınamayacak derecede olumsuz etkilere sahip.

ve tabii ki para. fikirin ar ve namusunu etkileyen en önemli düşman bana kalırsa. bir yazar fikirlerini yayınlatmak için belli bir kurum ve kuruluşun içine girmek zorunda kaldığı zaman o kişiye olan güvenim zedeleniyor. günümüzde belli yayın evlerinin ve medya kuruluşlarının belirli yayın politikaları var. haliyle yazarlar da bunlara uymak zorunda bırakılıyor yayınlarında. o yüzden eski basımlara yöneliyorum ya da romanlara. onlarda bile kesilen taraflar direk belli oluyor.

zaten bir konuda fikri bazda düşünebilmek ve sağlam yargı oluşturabilmek için aynı konuyu farklı kaynaklardan takip etmeniz gerekiyor. bu da zor maddi anlamda.

bu konuda sözlükler biraz daha esnek bir yapıya sahip. ama belli görüşe mensup inanları takip etme açısından ve genel kültür babında insanları bir yerlere getirebilir. ama sözlük konsepti yeni olduğu için hala belli konularda eksiklik ve üslup sorunlarını aşabilmiş değili. bunun yanında belli yazarlar sayesinde bazı görüşler ve düşünceler daha çok açıklık kazanmaya ve fikri tartışmalar açılmaya başlandı.

insanlar fikirlerinin duruluğundan çok, karşı tarafa bunu empoze çalışıyor. olay senin taraftarın fazla benimki az mesele döndü maalesef.

4 Nisan 2010 Pazar

avrupai bir dünyada nefes almak

4/04/2010 09:58:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments

sanırım uzun ve sıkıcı bir yazı olacak, çok da okuncağınız zannetmiyorum, çünkü bilmemek ve bildiğini görmezden gelmek daha kolay geliyor insanlara. bu yazı da bu bağlamda yazanın kendini konumlandırdığı yerle çelişen, zayıf bir özeleştiri. internetin tozlu sayfalarında yerini alan onlarca çaba gibi yazanın bile birkaç gün sonra unutacağı türden sözler sarfetmesine yol açacak aslında.

bizim mahalle, daha doğrusu kendini muhafazakar olarak değerlendiren insanlar, her zaman avrupai olan şeylere karşı zayıf eleştiriler getirmekten kendilerini alamazlar. kola, hamburger vs... örnekleri çogaltabiliriz sanırım. giyim tarzı, yaşam tarzı açısından da olaylara bakabiliriz. bunların nafile çabalar olduğunu düşünmüyorum, ama kesinlikle zayıf kalan çabalar. bunun nedeni ise olayın sadece türkiye cumhuriyetinin kuruluşu ile başlamaması, daha öncelere dayanması ve bu konuyu sorgulamamak, araştırmamak, kulaktan dolma bilgilerle hareket etmek. bu noktada suçu babalarımıza dedelerime atabiliriz, ama bu vicdanları rahatlatmak olacaktır.

bizim mahalle çelişkiler içinde, kendini yitirme noktasında, varolma ve konumlandırma çabası son derece zayıf. nedeni ise, farketmediğimiz, farketmek istemediğimiz ve benimsemediğimiz avrupai tarzın içimize günden güne işlemesi. ilk osmanlı padişahının avrupaya gittiği günden beri, avrupanın içimizde yaşaması ve ister istemez oraya özlem duyulması. isteyen istediği kadar inkar etsin, şsteyen ben hala osmanlıca kelimler kullanıyorum desin, ben benlliğimi kaybetmedim desin, olay budur ve değişmeyecektir.

biz yemeklerimizin isimlerini, yemeklerin önlerine geçirdiğimiz zaman, soyadlarını lakaplarımızın önüne geçirdiğimiz zaman kaybettik bu savaşı. milletimizin vekillerinin betonarme bir binada açılışını yaptıkları cumhuriyetin açılışında kaybettik. koca kalyonları çelik kruvazörlere değiştiğimiz zaman oldu olanlar. el yazmaları artık zor bulunuyor ve bilgisayarda yazılan yazılar afili dizgilerden sonra okuyucular sunuluyor artık, elyazısı dahi dzgün olmayanlar yazar oluyor, biz de okuyoruz. terziden çıkmış elbise giyenler azaldı artık, tekstil fabrikalarında üretilen elbiselerle kapitalizmi protesto ediyoruz, geri dönüp baktıüımızda kimse bunları düşünmüyor. bilgisayarlarımız başında, iktidar sahibi oluyoruz, dini kurtarıyoruz, ama kaybettiğimizin farkında değiliz.

nargileyi sigaraya tercih ettiğimiz zaman kayboldu konuşmalardaki samimiyet. giydiğimiz elbiseler üzerinden birbirimizi tanımlamaya başladık, islami baskılı tişörtler giyerek kapitalizmi protesto ettik, ironik değil komik. amacım gelenekselcilik değil yanlış anlaşılmasın. artık islam'ın ya da artık neye insanıyorsak onun sınırlarını ne kadar zorladığımızla ve özümsediğimizle alakalı bir durum aslında.eskilerden gelen kültürümüzü ne akdar önemsediğimiz ve çağa taşıyabildiğimiz de klıma gelen sorulardan. ama dediğim gibi bu savaş bizim suçumuz değil, ama her eleştiren insana önce kendine bak deniyor, önce kendisine bakmayan insanlar tarafından. sen önce bana yaşadığın hayatı sorgulayıp sorgulamadığını hatırlat.

şerh'e eleştiri dediğimiz zaman kayboldu ilerlemeler ve kişinin kendini geliştirmesi kimse farkında değil. olumlu eleştiri ve olumsuz eleştiri gibi iki farklı kavram da ardından türedi. sonrasını tahmin edebiliyorsunuz, eleştirilmekten hazetmeyen insanlar, sağda solda eleştirlmelerini engellemek adına başlıkları ve konuları kapatmaya başladılar, savunduğu yaşam tarzına ters bir dünyada, sanal ortamda dahi sansür uygulanmaya başlandı, hem de avrupa tarzı mahkemelerden çıkan kararlarla, avrupa tarzı giyinen bir adamın açtığı davayla.

avrupai bir dünyada nefes alıyoruz ve her nefeste biraz daha işliyor kanımıza bu durum, ve betonarme binalara kimse aldırmıyor. o savaşı kaybettik, asıl savaş ya da duruş yendien başlıyor; çizgilerimizi nerelere çekeceğiz?

3 Nisan 2010 Cumartesi

fırsat buldukça insanların arasına karışmak


kalabalıktan nefret ediyorum. hatta korkuyorum.

belki de bu yüzden walkmanimi taşırdım yanımda eskiden, şimdi telefonu taşıyorum, şarkı dinlemezsem bile, kalp atışını kaydettim, tekrar tekrar dinlerim onu. insanların gürültüsünü kafam kaldırmıyor artık. mütemadiyen şapka takarım, başparmağımda yüzük olur, ve en ufak güneşi fırsat bilip numaralı güneş gözlüğümü takarım. siyah-beyaz bir hayat ve insanlardan kendimi soyutlamak için. kalabalığı görünce sanki beni içlerine çekecekler diye hissediyorum.

ama olmuyor artık. yaşım gittikçe artıyor ben istemediğim halde, kendime söylediğim yalanlar ve güneşi sıvadığım balçıklar dökülüyor tek tek üzerime. cesaretimi topladım bugün, şişedeki mektuplarımı çıkardım. tek tek okudum. rafa kaldırdığım ayakkabı kutusunun içindeki eskilerime baktım. belki de hep orada kaldığım için hayattan zevk alamıyorum, hep benim şeridimde yol çalışması var gibi geliyor nedense.

şimdi çıkacağım dışarı, hava soğuk ama güneşli, tam benim gibi, gülümsemesi eksik olmayan çirkin bir surat.

tek başına yalnızlık bir yankıdır

4/03/2010 12:23:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , , No comments

dört köşeli odamda duvarlar bana bakıyorlar ve dkiyorlar gözlerini üzerime, içtiğim sigaranın dumanıyla örtüyorum duvarların gözlerini. bir milisaniye gibi kısa bir sürede, gözümün önüne gelen annemin hayali ve burnuma gelen kokusu sarhoş ediyor beni. ve sonra başlıyor varlık sancıları... ruhum etimi kabul etmiyor, boğazım dumanı kabul etmiyor ve öksürmeye başlıyorum. saatimin alarmı çalıyor ve gece başlıyor tüm sessizliğiyle.

kendime bir bardak kahve yapıyorum ve tüm sanallığımla yaşamaya başlıyorum hayatı. gerçek hayatta kuramadığım ilişkilerin yapay olanlarını yaşayorum. sanal gülücükler atıyorum etrafa. üç tarafın yalnız olduğunda karalnık dersin düzelten olmaz, işte o zaman karanlığın içinde teksindir. metastaz yapan kötü bir tümör gibi annesizlik. her tarafıma yayılıyor.

ve anne diye haykırarak uyandığın kabuslarımdan sonra, yankılanan seslerimden sonra ağladığımı kimse bilmez. yalnızlığımı yankısına ağlıyorumdur ve terli terli uyandığım zaman hissettiğim soğukluğu sadece annem hisseder binlerce kilometre uzaktan, sanaldakiler hissetmez, hissedemez. doğaya aykırı bu. üzerin açıldığında örten anne profilini geride bıraktığın zaman anlarsın annenin seni karşılık beklemeden seven tek varlık olduğunu, sevgili dahi sevgi bekler çünkü.

ve sen onu kaybetmişsindir, kabusundan sonra yankılanan anne sesiyle başbaşasındır artık.

2 Nisan 2010 Cuma

happy ending

4/02/2010 05:31:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , , No comments

mutlu son kadar sınır geçmek de film klişelerinden birdir. şüpheli sınıra kadar gelir oradan öteye geçemez, sirenler polisler filan. dikenli telleri uyarı olarak alan az insan var dünyada. birde dikenli tellerden canının acıması pahasına geçip özgürlüğünü kazananlar var, herkesin hayranlıkla izlediği. çoğu kişi göze alamaz bunu, göze alanlardan bazıları geçemez sınırı, geçenlerden bazıları umduğunu bulamaz, çok ufak bir kısmı-ne istediğini bilen- umduğunu bulur, istediğini alır.

aşık olmak da buna benzer biraz. çoğu kişi o dikenli teli uzaktan seyredip kendi ülkesinin orta kısmında gerçeklikten uzak mutlu bir yaşam sürerken, sınırlarda yaşayanlar her daim huzursuz, ve hislerinde karasızdırlar, ne kendi duygularının vatandaşı olurlar ne dışarının, cesaret eksikliği en büyük zaaflarıdır. bir de denize sınırı olan insanlar vardır, bunlar sevenlerdir ama gelen dalgalara alışık olmalıdırlar. fazla açıldıklarında girdikleri sulardan çıkamayabilirler zira.

bir de bütün bir yolu o sınır geçmek için, sevmek ve sevilebilmek için gidenler vardır. planları vardır gelecekle ilgili, sınırı geçmekle ilgili. mutlu sonla ilgili. ama daha yola çıktığında annesi tarafından, yol üzerineyken manevi hava tarafından engellenirsin, vicdanın bile bile yara almana, sınırı geçmene müsaade etmez. tüm bu engelleri geçtiğin zaman, vicdanının sınırına geldiğin zaman, karşıdan sana el sallayan kalbine mi, yoksa bu taraftaki ruhuna mı mı cevap vereceksin bilemezsin.

işte o an o dikenli telleri koruyan vicdanına yakalanmamak için, mermilere isabet olmamak için hızlı davranmalısın, vicdanın telleri eskisin diye yıllarca o tellerin önünde beklersen, ne kalbin seni dinler bir daha, ne de karşındaki bekler seni yıllarca. bir kere kara verdin mi o tellerin arasından geçmek için yarı yolda canının acımasına aldırırsan, hayatın boyunca arada kalırsın, sen sevdiğinin seni oradan çıkaracağını düşünüyorsan yanlışlardasın. fanilerin pek azı böyle bir şeye nail olabilmiştir. yarı yolda açılan yaralarına bakma, köprüden geçerken aşağıya bakmadığın, intihar edeceğin binadan aşağıya bakmadığın gibi. zira intihar edeceklerin birçoğu binanın yüksekliğini göze alamadıklarından hayatları boyunca arada kalmışlardır.

arkandan seslenen vidanına ve mantığına aldırma dikenli tellerden geçerken, karşına bak, yeni doğan güneşin kızılıığını görüyorsan doğru yoldasın demektir. geride kalan bacağını da kurtardığın zaman tellerden, orada kalan elbise parçalarına ve damlayan kanına aldırma, geriye dönme asla, en iyi zafer henüz kazanılmamıştır. sen de kazandım sanma.

koş. arkana bakmadan koş, güneye doğru, güneşe doğru koş. yalpalayıp düşmelerine, tepende dönüp duran akbabalara aldırma, onlar anca vazgeçenlerin bedenlerinin sahipleridir. etrafta gördüğün onlarca kemik kalıntısına aldırma, onlar bu yolda düşüp şehit olanlara doğanın sahip çıkma şeklidir. güneş tepeye yaklaştığında, vahayı göreceksin, rüya sanma, yüzünü yıka ve ayaklarını ıslat. güneş yakıcılığını hissettirmeye başladığında, her toz zerresinden dahi sıcaklık fışkırmaya başladığı zaman, bir ağacın gölgesinde uyu. rüyanda onu göremeyeceksin, sadece karanlığı göreceksin, huzuru göreceksin.

kalktığında yüzünü yıkamak için eğildiğin suyun başında, suretinin hemen yanında sana sevdiğinin gülümseyen suretini görürsen şaşırma.

 videonun embed kodu kaldırıldığı için direkt link verebiliyorum:
mika - happy ending -youtube - offical video

not: only_ocean' a teşekkürler. 

dahi anlamına gelen sen ayrı yazılırdın benden

4/02/2010 12:23:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , , , No comments

zemin kattan gökyüzüne yazılan bir şiirdin sen, ellerimin uzanmadığı, gönlümün karanlığına ışık.

gecelerim sabahlar oldu, açık pencereden gelen yalnızlık ruhumu esir etti, ellerim üşüyor sana bu satırları yazarken, titrek ellerden sana yazılan satırlar çirkin, yüzümden bile çirkinken, nasıl beklerdim beni sevmeni, ellerimi tutmanı. içtiğim sigaranın dumanından önümü dahi göremezken, benle bir geleceği istememeni anlıyorum aslında. kendi geleceğimin olmamasını anlıyorum...

yokluğunda üç noktalara farklı anlamlar yükledim, dahi anlamına gelen sen ayrı yazılırdın benden ve sevda itiraz etti buna. ayrılığın hapisanesindeki en karanlık zindana hapsoldum, bir ekmek, bir testi suyla geçti günlerim ve tütünsüzlükten vurdum duvarlara kafamı. sensizlik damarlarımda gezerken dört köşeli yalnızlığım kesti yüreğimi, akacak bir kaç damla kanım da kerpiç zeminde kayboldu.

sen gideli tam bir sene oldu ve hiçkimseye yazılan şiirler odamın her tarafında. gözlerimin altındaki torbalarda biriktirdim gözyaşlarımı, perdelerimi açmıyorum günlerdir ve gündüzleri uyuyorum, güneş kör ediyor beni. beklentiler altında eziliyorum ve savaşmak için kazdığım bu siperde sadece senin sevdanla değil,
kendime karşı yarattığım orduyla boğuşuyorum, kan gövdeyi götürüyor ve ben hala filtresiz sigara içiyorum. bu savaşta ölsem toprağın beni kabul etmemesinden korkuyorum, leş kargalarına yem olmaktan daha beter bir korku bu ve yalnızlığım dört tarafımdan hücuma geçiyor.

sabah ezanları okunurken, güneşin kızıllığı kanatıyor bulutları ve düşen yağmur damlaları seni taşıyor dağınık saçlarıma, yağmur damlasıyla inen melek tekrar havalanıyor gökyüzüne, yalnız kalıyorum yine ve can yakıcı bir ney sesi bölüyor binbir parçaya beni, parçalarımı toplayacak gücüm yok. benim dualarımda sen varken, bana dua edecek kimsem yok, nasıl bilirdik sorusuna yalnız diye cevap verecek onlarca kişiyi tanımama rağmen. dudaklarımın kurumasını dahi engelleyemiyorum, içtiğim su çimdeki yangını körüklüyor sanki ve yazdığım satırlarda yalnızlığımı perçinliyor sensizlikle.

çok "ve"li satırların sebebi sensin, yazdığım satırlar öte tarafta yakama yapışacaklar biliyorum, verecek bir cevabım olmamasına rağmen seni anıyorum hala.

1 Nisan 2010 Perşembe

nazım hikmet vatan haini ismet özel çok yaşa zihniyeti

4/01/2010 10:38:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments
çok yaşamaz ve ölmeye mahkumdur.

üç maymunu oynayıp ateisti eleştiren insan olmayın. okuyun, yaratan rabbinizin adıyla okuyun.

ve düşünün ellerinizi başınızın arasına alıp, kitleleri etkileyen insanlardan birini yerin dibine geçirirken, diğerini arşa çıkarmak ne kadar doğru?

bu arada ne ismet özel'den ne nazım hikmet'ten alıntı yapmak kimseyi entel yapmaz. ismet özeli nazım hikmetin alıntıladığı dizelerini bile bimeden kişilere ithaf etmek ironi olmalı, değilse çok ciddi problemler var zira.

türkiyede'ki fikri tartışma ortamını baltalayan bu: eleştirenleri yerin dibine sokmak. sen ismet özel'i ne kadar anladın diye sorarlar adama.

- abi evet, isyan çok güzel yea...
- erbain i okudun mu?..
- o ne bre?

kedinin ayağı üç ziniyeti beyler, ismet konusunda ise durum kazın ayağı öyle değil noktasında.

nazım hikmet'i inkar etmek yanlıştır, aziz nesin'i inkar etmek, deniz gezmiş'i sadece militan olarak görmek; siyasileri asan zihniyete karşı ayakta durmaktır.

- abi tsk'da birkaç çürük elma var o kadar..
- hadi lan. tsk da birkaç kaliteli elma vardı, onları da tasfiye ettiler.

romantik olmamak lazım, tutarsızlığı eleştirmek lazım, her şairi de elinden tutup gezdirmemek gerek. şairlikle düşünce adamlığı farklı şeyler karıştırmayın bre. ve emin olun ismet özel eleştirilmekten haz etmez. eleştiriden hakkıyla yararlanmayan insan en fazla geldiği noktada kalır. ileriye gidemez.

nazım hikmet, aziz nesin bir düşüncenin savunuculuğunu yapıyor, ismet özel ise tüm düşünceleri bir kenara bırakıp, literaratürü değiştirmeye kalkıyor. yemezler bence.

- abi ismet özel türklüğü yeniden tanımlamış...
- tutarsa bu düşünce, giderim st. petersburg'a yerleşirim.

ismet özel dahi masum değil. aklınıza koyun. birini överken başı arşa değmesin. ve ölen insanın arkasından bir yazar ve şairin arkasından, eserlerini okumadan hükme varmayın. nerede kaldı kul hakkı? atesitlere yaptın diye kul hakkı yok mu zannediyorsun? eğer böyle düşünüyorsan, denizde boğulmak üzere olan seni kurtaracak olan benim elim olmayacak. emin ol.

- denize kuran mı düşse kurtarırsın, atatürk mü?
- seçim yapacağıma, denize atlayıp boğulurum daha iyi.

yapmayın bre, birine portakal atacaksanız soymanız gerekmez. hoş görü bre hoşgörü. ismet özel'i göğe çıkaranlara söz murat zelan'dan geliyor:

Sevgili Nasreddin Hoca
Kazan bir doğurdu ki her taraf Kazanova.