Ægroto dum anima est, spes est. (Erasmus, Adages, 2.4.12)

30 Mart 2010 Salı

sevilen şehrin son notası



 the killer- bones 

bineceği tren birinci perona gelecekti, az önce bet bir sesle duyurulmuştu bu. herkes birden hareketlenmiş, trene binmeden önce son sigaralar yakılmıştı. saat dokuza doğru geliyordu, her yolculuk öncesi başlayan karın ağrısı başlamıştı, lanet olsun diye geçirdi içinden. çantasından ağrı kesiciyi çıkardı, bir iki tane kalmıştı zaten. bir tanesini attı ağzına, zorlamadan yuttu. karın ağrıları genelde makam hırslarından kaynaklanıyordu insanlarda, kendisinin hiç böyle bir amacı olmamıştı, fazla hırslı bir insan değildi. zaten hırslı insanlar genelde doğuştan yeteneksiz insanlardı, plansız programsız insanlardı, vakitsiz insanlardı.



kaldığı otel çok kötüydü bu sefer. otel düşündüğünde oradan aldığı faturalar aklına geldi, cebinden çıkardı onları, buruşturup raylara attı, ona bakan yaşlı teyzeye aldırmadan bir sigara daha yaktı. saati durmuştu, gene mi diye sağlam bir küfür savurdu, ama bu sefer içinden, trenin başı gözükmeye başlamıştı. zaten hep ben başladığımda olur böyle şeyler dedi, çantasından walkmanini çıkardı, yeni nesil bir kaç çocuk ona hayretle bakarken beş altı kasetten birini seçti, kulaklığını ayarladı. yandan askılı çantasının derinliklerine bıraktı walkmanini. sabah güneşi gözlerini rahatsız ettiği için taktığı güneş gözüğünü çıkarıp, normalini taktı. vagonlar geçerken sanki zaman yavaşlar gibi oldu, ama zihni onu düzeltti, zaman yavaşlamaz, zaman sabittir, algın yavaşlar diye.

tren durduğunda tam kapının önündeydi, insanların iteklemesine aldırmadan önce inenlere yol verdi, elinde ağır bir bavul olan teşekkür etti ona, kafasıyla birşey değil dedi. daha sonra bindi trene, ayrılık vakti gelmişti bir şehirden daha, ama aldırmıyordu buna, gitmelere alışmıştı çünkü. kokusunu ve yazıalrını bırakmıştı bu şehre, şehrin kokusu da üzerine sinmişti zaten, alış-veriş tamamlanmıştı şehirle arasında, sadece sevilen şehrin son notasını, trenin kalkış düdüğü bekleniyordu artık. en öndeki vagondaydı yeri ve aksi gibi trene tam ortadaki vagondan binmişti, insanlar önce oturabilmek için yarışırken arkasındaki insanların sabırsızlığına aldırmadan sonsuz bir dinginlikle bekliyordu. en sonunda yerine vardığında montunu yavaşça çıkardı ve astı. kışın ortasında kısa kollu bir giyisiyle gezen tek insandı.

insanların ona baktıklarını biliyor ve aldırmıyordu, alışkındı buna, farkedilmesi sorun teşkil etmiyordu gençliğindeki gibi. pencereden dışarıyı seyretmeye başladı, hiçbir zaman ona el sallayan biri olmamıştı ya da arkasından gözyaşı döken. anlamsız geliyordu bunlar ona, ama saygılıydı yine de, annelerin sevgililerin gözyaşları kutsaldı çünkü. çok şehir gezmişti ve gözyaşları dinmiyordu hiç, ölümler azalmıyordu. ve hep trafik kötüyüdü ve çimlere hala basılıyordu, şehirler ağlıyordu ama kimse duymuyordu. kimsenin şehirlerin duyguları olacağı aklına gelmiyordu nedense. trenin kalkmasına az bir vakit kalktığı duyuruldu gene aynı bet sesle.

son bir kez şehrin gökyüzüne baktı, gözlerine yani. yağmur başlamak üzereydi, demek ki şehirler bile sevdiği insanları gözyaşıyla uğurluyorladı. elini cama değdi, ağlama demek istedi ama şehrin lisanını bilmiyordu, o da içinden geçirdi hoşçakalını, sevgililer anlardı cananın kalbinden geçenleri, en azından öyle öğrenmişti. lokomotif'ten acı bir çığlık duyuldu ve yağmur şiddetini artırdı, koltuğunu yatırdı ve sağ kulağına takmadığı kulaklığıda taktıktan sonra dinlemeye başladı şehrin son notasını:

"...yola geri döndük yeniden
ve yldızlara bakacağız eskisi gibi
tekrardan arayaışlardayız,
okyanusunu aşağısında,
sadece su ve kum var,
ve okyanusla ellerimizi tutuşacağız
senelerden sonra..."

0 yorum:

Yorum Gönder