Ægroto dum anima est, spes est. (Erasmus, Adages, 2.4.12)

31 Mart 2010 Çarşamba

şüpheli merdiven sesleri

3/31/2010 03:53:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments

1950'lerde yapıldığında harikaymış bu bina diye içinden geçirdi. elinde bir fotoğrafı vardı binanın siyah-beyaz. ailenin kızının ölümünden sonra, bina terkedilmişti ve kimse almaya yanaşmamıştı. paltosunu giymemişti hava güzel diye, havada ona inat kötüleşmemeye başlamıştı. griye çalan renkleriyle bulutlar binanın üzerinde akbaba gibi dolanıyorlardı. bu duruma aldırmayarak taşlı yola girdi, bir yandan da fotoğraf makinesini kontrol ediyordu, siyah beyaz fotoğraflar çekecekti bugün. yanında kimse yoktu, en yakın arkadaşı onu ekmişti.

binaya yaklaşınca, binanın tamamen betonarme olmadığını farketti, kolonlar dışındaki heryer ahşaptandı. yöre nemli olduğundan ahşap olan duvarlar çürümüştü ve çok kötü kokuyordu. evin şu anki sahibi, evi ilk yaptıran kişinin çocuklarındandı: mahmut yakut. çok nazik bir insandı ama gene de onda kötü birşeyler sezinlemişti orçun. ona belli etmemişti bu durumu, adamın da çok umrunda değildi, evi unutmuştu zaten orçun gelene kadar. bitirme projesi olarak 50'ler mimarisini inceleyen tezler bekleniyordu, hocası da ona bu binayı önermişti. nikon slr fm3a analog makinası yanındaydı, yakın çekim yapacağı için lensleri yanına almamıştı.

evin içine girdi, her iki taraftan da üst kata uzanan kıvrımlı merdivenler dikkatini çekti ilk olarak, merdivenlerin başlangıç kısımlarında ağzı açık yılanlar bulunuyordu, son derece güzel bir el işçiliğiyle yapılmıştı. birkaç farklı açıdan fotoğrafını çektikten sonra, üst kattan tıkırtılar gelmeye başladı, dışarda rüzgar var diye düşündü, heyecanlanmamaya çalışarak. elleri titreyerek ilginç gördüğü yerleri fotoğraflamaya devam etti, ama merdivenlerin her bir basamağından farklı sesler geliyordu, gıcırdama seslerinden farklıydı bunlar. basamaklardan biri çökünce yüreği hopladı, bir kaç basamak geriledi. kırılan yerden parlak birşeyler gözüküyordu. fotoğraf makinasını ıssız bir yere bakan pencerenin pervazına bıraktı. biraz zorlayarak basamağın üzerini tamamen açınca, şeffaf bir poşet gördü, heyecanını bastırmaya çalışarak elini uzattı, elini batan birşeyi hissedince hemen geri çekti, akrep vardı bir tane, ama zehirinin çok etkili olmadığını biliyordu. simsiyah olanların zehirli ölümcül değildi, uyuşturuyordu sadece.

hızlı hareket ederek poşeti oradan çıkardı ve heyecanla açtı, içinde bir kız fotoğrafı vardı, şaşırarak bunu ölen kıza ait olduğunu farketti. çok güzelmiş diye içinden geçirerek bir kenara bıraktı fotoğrafı, elinde başlayan uyuşma kolunu etkisi altına almıştı. poşetin içinde şiir karalanmış kağıtlar vardı, kızın olmalıydı bu şiirler, yazı çok güzeldi çünkü. bu arada tıkırtılar iyice artmaya başlamıştı, vücudundaki uyuşmayla beraber. rastgele bir kağıdı seçip okumaya başladı satırları:

"Aşağılara baktı adam zirveden
Başkalarını gördü
Sustu adam...
Ağladı kadın...
Gözyaşını verdi adama
Almadı adam..." *

istemsiz bir şekilde fotoğraf makinesine uzandı, merdivenlerin aşağısından yukarısını fotoğraflayacaktı. sol kolunun uyuşmasına aldırmayarak, makinayı gözlerine doğru yanaştırdı, kadrajı ayarladı ama makinayı bir türlü sabitleyemiyordu, sol kolu yüzünden. az önce kırılan meriven basamağının üzerinde bir genç kız vardı, yüzü az önce gördüğü fotoğraftakiyle aynıydı, ama saydamdı sanki, bir eli trabzanlara tutunmuştu diğer elini ona uzanıyordu, artık çekmem lazım diye düşünüyordu, bu sahneyi kaçırmamalıydı. gözlerine perdeler inerken, fotoğrafı çekmeyi başardı, sol kolu artık tutmaz haldeyken yığıldı kaldı merdivenlere, rüzgar uğulduyordu, gözlerini işlemeli tavana çevirdi, yüzünün üzerinde kızın yüzü vardı sanki, ellerini yavaşça yüzüne doğru yaklaştırdı kız, gözkapaklarını indirdi.

neden sonra uyandığında sol kolunda müthiş bir ağrı vardı, makinanın ön camı patlamıştı düşmenin etkisiyle, üstünü başını silkeleyip ayrıldı oradan, elinde bir poşet dolusu şiir, yıllar önce ölen kızın fotoğrafı, gördüğü hayalin güzelliğiyle.

"düşümde sonsuzluktasın dedi başka ses
dans etmekte soluklar
ser hoşluk anı
dolaşıyorum uçarı
yüzümde külrengi bez parçası
dostlarım uğruyor inleyen dizelerle
seyyar yolcular geçiyor
tutuyorlar kollarımı bacaklarımı
esmer tenim yakarmakta
toprağın ateşiyle
iki büklüm hayaletim
dolaşıyorum dostlar arasında
bir ses yükseliyor
bu daha ölmemiş
kaldırın başını daha dik
öğrenecek aşk-ı
günün renkleriyle" **

*: nurdal ünsal şiirinden alıntıdır.

**: saniye gündüz yıldırım şiiridir.

seni bir bomba gibi taşımak bu göğüste

3/31/2010 03:47:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , , , No comments


uçurumdan düşmemek tutunduğum daldın sen, incecik ve narindin, benim nasırlı ellerime yakışmazdın, sonra bıraktım kendimi boşluğa. kendimle birlikte seni de sürüklemeyezdim yalnızlığıma. sen bunu haketmeyecek kadar masumdun çünkü, bunu haketmeyecek kadar güzeldi gözlerin.

sessizliğimin sesiydin sen, yalnız gecelerde dinlediğim. dizlerimi göğsüme çekip ağladığımda dökülen gözyaşları senin içindi, ama çağıramadım seni gecelerime. sürükleyemedim seni kendi karanlığıma, çünkü bunu haketmeyecek kadar ışık saçıyordun dünyaya, bunu haketmeeycek kadar güzeldi sesin.

yalnız geçen gecelerimin güneşiydin sen; yavaşça kızıla bürünürdün sabahları ince bir çizgi halinde, sonra yükselirdin göğe doğru, sen olmadan uyuyamazdım ben, sen yükselmeye başlamadan gözüme uyku girmezdi. ışığın yatağıma vururken rüylarımda gödüğüm sendin, sen bilmesen de.

dahi anlamına gelen sen ayrı yazılırdın benden, ben ısrarla bitişik yazmama rağmen. dilbilgisi hatası değildi benimkisi, azaltmaktı sensizliğin keskinliğini, kimse bilmezdi.

kanayan umutlarıma devaydın sen, kelimelerin ifade edeceğinden fazlaydın, üç harfli aşk kelimesinin ifade edemeyeceğiydin her zaman için, içi yanan birinin üflediği neyden çıkan sestim ben, seni severken. seni bir bomba gibi taşırdım bu göğüste, patlamaya hazır.

yazılamayacak kadar içimi doldurandın... bir bomba gibi yürekte taşınan; kimliği belirsiz biri tarafından bırakılmış.

30 Mart 2010 Salı

sevilen şehrin son notası



 the killer- bones 

bineceği tren birinci perona gelecekti, az önce bet bir sesle duyurulmuştu bu. herkes birden hareketlenmiş, trene binmeden önce son sigaralar yakılmıştı. saat dokuza doğru geliyordu, her yolculuk öncesi başlayan karın ağrısı başlamıştı, lanet olsun diye geçirdi içinden. çantasından ağrı kesiciyi çıkardı, bir iki tane kalmıştı zaten. bir tanesini attı ağzına, zorlamadan yuttu. karın ağrıları genelde makam hırslarından kaynaklanıyordu insanlarda, kendisinin hiç böyle bir amacı olmamıştı, fazla hırslı bir insan değildi. zaten hırslı insanlar genelde doğuştan yeteneksiz insanlardı, plansız programsız insanlardı, vakitsiz insanlardı.



kaldığı otel çok kötüydü bu sefer. otel düşündüğünde oradan aldığı faturalar aklına geldi, cebinden çıkardı onları, buruşturup raylara attı, ona bakan yaşlı teyzeye aldırmadan bir sigara daha yaktı. saati durmuştu, gene mi diye sağlam bir küfür savurdu, ama bu sefer içinden, trenin başı gözükmeye başlamıştı. zaten hep ben başladığımda olur böyle şeyler dedi, çantasından walkmanini çıkardı, yeni nesil bir kaç çocuk ona hayretle bakarken beş altı kasetten birini seçti, kulaklığını ayarladı. yandan askılı çantasının derinliklerine bıraktı walkmanini. sabah güneşi gözlerini rahatsız ettiği için taktığı güneş gözüğünü çıkarıp, normalini taktı. vagonlar geçerken sanki zaman yavaşlar gibi oldu, ama zihni onu düzeltti, zaman yavaşlamaz, zaman sabittir, algın yavaşlar diye.

tren durduğunda tam kapının önündeydi, insanların iteklemesine aldırmadan önce inenlere yol verdi, elinde ağır bir bavul olan teşekkür etti ona, kafasıyla birşey değil dedi. daha sonra bindi trene, ayrılık vakti gelmişti bir şehirden daha, ama aldırmıyordu buna, gitmelere alışmıştı çünkü. kokusunu ve yazıalrını bırakmıştı bu şehre, şehrin kokusu da üzerine sinmişti zaten, alış-veriş tamamlanmıştı şehirle arasında, sadece sevilen şehrin son notasını, trenin kalkış düdüğü bekleniyordu artık. en öndeki vagondaydı yeri ve aksi gibi trene tam ortadaki vagondan binmişti, insanlar önce oturabilmek için yarışırken arkasındaki insanların sabırsızlığına aldırmadan sonsuz bir dinginlikle bekliyordu. en sonunda yerine vardığında montunu yavaşça çıkardı ve astı. kışın ortasında kısa kollu bir giyisiyle gezen tek insandı.

insanların ona baktıklarını biliyor ve aldırmıyordu, alışkındı buna, farkedilmesi sorun teşkil etmiyordu gençliğindeki gibi. pencereden dışarıyı seyretmeye başladı, hiçbir zaman ona el sallayan biri olmamıştı ya da arkasından gözyaşı döken. anlamsız geliyordu bunlar ona, ama saygılıydı yine de, annelerin sevgililerin gözyaşları kutsaldı çünkü. çok şehir gezmişti ve gözyaşları dinmiyordu hiç, ölümler azalmıyordu. ve hep trafik kötüyüdü ve çimlere hala basılıyordu, şehirler ağlıyordu ama kimse duymuyordu. kimsenin şehirlerin duyguları olacağı aklına gelmiyordu nedense. trenin kalkmasına az bir vakit kalktığı duyuruldu gene aynı bet sesle.

son bir kez şehrin gökyüzüne baktı, gözlerine yani. yağmur başlamak üzereydi, demek ki şehirler bile sevdiği insanları gözyaşıyla uğurluyorladı. elini cama değdi, ağlama demek istedi ama şehrin lisanını bilmiyordu, o da içinden geçirdi hoşçakalını, sevgililer anlardı cananın kalbinden geçenleri, en azından öyle öğrenmişti. lokomotif'ten acı bir çığlık duyuldu ve yağmur şiddetini artırdı, koltuğunu yatırdı ve sağ kulağına takmadığı kulaklığıda taktıktan sonra dinlemeye başladı şehrin son notasını:

"...yola geri döndük yeniden
ve yldızlara bakacağız eskisi gibi
tekrardan arayaışlardayız,
okyanusunu aşağısında,
sadece su ve kum var,
ve okyanusla ellerimizi tutuşacağız
senelerden sonra..."

29 Mart 2010 Pazartesi

bazen kendimi mozambik kırsalında, elimde bavulumla otobüs beklerken buluyorum

3/29/2010 01:51:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , , , No comments

 bazen kendimi mozambik kırsalında,elimde bavulumla otobüs beklerken buluyorum... veeee.... korkarım ki, burası güzergâh bile değil!!!!

ne buyurulur?

birisini bekliyorsun, elinde bavulun olduğuna göre, geri dönmeyeceksin, ardında bırakmak istiyorsun herşeyi. unutmak istiyorsun...

güzergahta beklemiyorsun, demekki seni alacak otobüsün seni bulmasını bekliyorsun, ama umutlu da değilsin, seni bulup bulamayacığına dair kuşkuların var. ve yine bu durumda, sıradan insanların kullandığı güzergahları kullanmıyorsun, demekki sıradan bir insan değilsin, zor olanı seçiyorsun, iki yoldan az kullanılanı deniyorsun.

ve kırsaldasın, kalabalıktan hoşlanmıyorsun, yalnızlık hoşuna gidiyor biraz, ama gittiğine göre birşeyleri değiştirmek istiyorsun, belki herşeyi değil ama bazı şeyleri...

mozambik gibi bir yerin kırsalını tercih etmek ise, yaşanılmamış olanı yaşamayı denemek gibi biraz, zaten zor olan şartları biraz daha zorlayarak kendi sınırları keşfetmeye çalışıyor, kendini tanıma yolunda ilerliyorsun...

güneş şafağı terkediyor, gitmek lazım bu diyarlardan...

şu şarkıda aynı hissiyatı verbilir aslında: hüma kuşu.

yalnızlığı kuralına göre oynamak


yalnızllığın çıkmaz sokağına sapan ilk kişi kabildir. dönemediği için onu hala konuşuyoruz belki de. yalnızlıkta bu yazı gibidir, inişli çıkışılı, gelgitli, kimi zaman birinci ağızdan, kimi zaman isyan eder şekilde, kimi zaman mahsun ve çekingen. sevgiyle aynı notalara sahiptir aslında, sadece notların durduğu yerler farklıdır. bunları bilip de yalnızlığın sesine kulak verenler kaybetmezler hiçbir zaman.

kendi sessizliğinizi dinlediğiniz zaman kalbiniz çift atar sanki, bir ritmi bile diğeri takip eder. hal böyleyken, insanın yalnız olması, yalnızlığı tercih etmesi zor. ama başarabilenlerdenseniz, doğaya karşı geliyorsunuz, tabuları yıkıyorsunuz. bu hayatta herkes ayakkabısının diğer eşini bulamayabiliyor, ya da bulduğu eş yarı yolda ayağına vurabiliyor, su alabiliyor, kötü günde sizi yarı yolda bırakabiliyor. risk almayı sevmemek korkaklık değildir. herkes kendini korumak için gelir hayata, yaşamak için çırpınır.

yalnızlık insanın kendini koruma mekanizmasıdır ve sanılanın aksine yalnız olmak kendini sevmek değildir. yalnız olmak, sizden üstün olan yaratıcıya özenmektir. başaramıyacağınızı bile bile girmektir o yola. kalabalıklar içinde kaybolmaktansa hiçkimseye şiirler yazmaktır kendinizin okuyabileceği. rüyasız uykular görmek ve dizlerinizi göğüsünüze çekerek uyanmaktır her sabah. osmanlıca bir kelimenin vurculuğuna alışmaktır, geldiğin dünyaya karşı alerjin olmasıdır. sokak, insanlar ve monotonluk hasta eder seni. ekmek almaya bile çıktığında dayanamaz olursun insanlara, küçük hayalleri gördükçe neden dışarı çıktığını sorgularsın çoğu zaman. kendi hiçliğinde dilenci olmak bile daha güzeldir.

yalnızlık karanlık bir sokak değil; ya da düşenin boğulduğu bir yere de benzemiyor. hayata giri gözlüklerle bakıyorsunuz. doğru ve yanlış, mutlak gerçeklikler olmuyor hiçbir zaman. gerçekliği sorgulamıyorsunuz, o da sizin varlığınızı sorgulamıyor. siz de yazdığınız kağıda düşen sigara külünü sorgulamıyorsunuz. eğer iyice sıkılırsanız bu hayattan, en yakın hastaneden ambulansı çağırıp iki yane uyku hapını atın, kaltığınızda size ilgi gösteren insanları not edin. bir hafta sonra aynı insanların size olan ilgisinin nasıl değiştiğine bakın, yalnızlığınızın kıymetini anlayın. tüm insanların iki yüzü vardır her zaman ve ölüme yakın olan insana gülen yüz gösterilir. yalnızlığı karanlık sokak gibi gösteren ve geveze söylevleriyle insanlrı kandıranlardan yalnızlık hakkını alacaktır.

ama yalnızken durduk yere birine aşık olmayı başaramazsın, yeltenmezsin bile, risk almamak yüzünden değildir, kendi yoğunluğunda birini bulamamaktır çoğu zaman sorun. seni kendine göre konumlandıran kişi senin hayatına ortak olmak ister, ama ruhlar birbirine uymaz hiçbir zaman. ruh ikizi diye birşey yoktur hayatta. içgüdüler farklıdır seven ve sevilen arasında. durumlar farklıdır. ve her aşkta razı olan ve elde eden vardır. aşkın bu doğası sizi iter çoğu zaman. yalnızlık ve aşkı birleştiren tek kural dünya kurulduğundan beri değişmemiştir: aşk iki kişilik yalnızlıktır.

28 Mart 2010 Pazar

kemikleri sayılabilen afrika çocuğunun kör çığlığı

3/28/2010 08:53:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , No comments

"kemikleri sayılabilen afirika çocuğu demek siyahî olmak demek... ve o siyahî tenin, başka tenlerce farklılaştırılması demek.
bakir toprakları sömürenlerce, kemikleri sayılabilen çocuk haline gelmek demek...
tüm dünyanın gözü önünde erimek, iki saniye de bir çocuğun ölmesi demek!
"kör çığlık" demek, boğazdan hırıltıyla çıkan son nefesin, yeterince duyulmaması demek! duymayan bizleriz. duyurmayan onlar değil!

Kim daha şanslı - bedia bekıs balcılar."


bizim paramız yok.
bizde fatihin cesareti yok.
bizde sokakta savaşacak güç yok.
bizde tankın önünde duracak güç yok.
bizde ulvi bir amaca vakfedecek gönül yok.

bizim ruhlarımız kirli, şahsen kendimi cemaatlere adamayı denedim, olmadı, inanmadığım şeyleri canımın istemediklerini yapamıyorum, yukarıdan gelene allah'tan başka birinin emiriyse uyamıyorum. ama bütün yardım kampanyalarına para gönderiyorum, balkanlarda bulunan insanlara bizzat yardım ettim. ama aciziz, acizim.

herşeye yetişemeyiz, vaktimizi buna vakfedecek kadar yüce değiliz. ama kalem silahşörü olacak kadar iyiyiz. en azından bunu yapabiliriz. allah kabul eder mi bilinmez ama en azından denemek lazım, iki kişi biz yazdıktan sonra bu konu hakkkında aklına birkaç birşey geliyorsa, siyahi bir bebeğin üzerine üşüşen onlarca sinek ve onların bakışları geliyorsa birşeyleri başarmışız demektir.

görevimiz burda bitmiyor elbet, ama klavyemizin başından, sıcak odalarımızdan yaptıklarımız, yapabildiklerimiz bu kadar. derviş olamadık, yunus olamadık, o şansı yıllar önce kaybettik çoğumuz.

27 Mart 2010 Cumartesi

ebruli hayaller ve kesif korkular



"...ve bu dünyanın sonunu asla düşünmez kimse
sûr'dan sonra başlayacak ikinci yaşamın heyecanını
ıskalanmayacak tek duyguyu
herkesin tek başına olduğu o meydanda..."

iki elimde de sigara kokusu var ve karşımda ebru sanatının en güzel örneklerinden biri olan bir tablo. yanımdaki kişi heyecanla anlatıyor bana nasıl yapıldığını ama ben hiç oralı değilim. öyle güzel ki sanki elifin kokusu geliyor içinden, yapım aşamasındaki sesleri duyuyorum, ince tahtanın sıvı üzerinde çıkardığı esintiyi hissediyorum. sonra da üzülüyorum; yek seferde tüm barutunu harcamış. neden sonra sigara açlığım ellerimin titremisine sebep oluyor, anlatanı sap gibi bırakıp dışarı çıkıyorum, daha dışarı çıkmadan sigarayı koyuyorum ağzıma, görevli bakıyor, dişlerimi gösteriyorum kafasının öne eğiyor.

en sonunda temiz hava, betonarme binalarına arasında olsak da, fabrikaların dumanları arasındaki bu kirli hava bile, içerideki gösteriş meraklılarının soludukları havadan daha iyi. annesinin kucağında bir çocuk gülümsüyor bana, şaşırıyorum ve acıyla gülümsemeyi unuttuğumu hatırlıyorum.annesinin o coçuğu avuttuğu gibi yalnızlığımı avutmak istiyorum; olmuyor, başaramıyorum. ansızın gelecek gibi hissediyorum ölüm, deliler gibi istiyorum onu, ani bir yağmur gibi ıslatsın beni, bir yıldırım kadar hızlı, hemen kaybolayım. ama korkum bu karmaşanın içinde ölümün beni bulamayacak olması. yağmur başlıyor çisil çisil, acaba ölüm meleği de inmiş midir yeryüzüne, diğer meleklerle beraber?

bir titreme geliyor ve yayılıyor tüm bedenime, sigaramdan son bir nefes çekip, kanalizasyon mazgalına doğru atıyorum, daha havadayken isbet eden bir yağmur damlası sonu oluyor sigaramın. keşke ölümde beni havadayken vursa, rüyasız bir uykunun ortasında kalk gidiyoruz dese, silinip gitse herşey, ruhum çekip giderken bu dünyadan israfil aleyhisselam üflese sur'a, yıkılsa tüm dünya ve beklesek yeniden dirilmeyi. güneşin tersten doğuşunu izlerken hayretle açılan gözlerdeki korkuyu görsem, herkesin yalnızlığın nasıl birşey olduğunu hissetse, insanlardan kaçmanın nedeni öğrense.

yalnızlığım kıyametim benim, ölüm kurtuluşum kimi zaman, aynadaki bir başka benin en kötü halinin iyisini seçip dışarı çıkmaktan sıkıldım artık. zamansız zamanlarda bozuk bir saat gibi iki defa doğruyu gösteriyorum. ağzımda sigara uykuya dalıp, saat tam 12 yi vurduğunda yanarak ölmek istiyorum, rüyasız bir gecede, sessiz gitmeliyim, anılarım geride kalmamalı. ve sevdiğim kadına yazdığım mektuplar, onlarda daha fazla yanmalı, külleri bile yanmalı... onun benden ayrıldığı gün kopan kıyametimin ikinci sur'u üflenmeli artık, ölümlülerle araya mesafeyi koyması bakımından.

uğruna canımı feda edecek birşeyim olsa verirdim şu an, hem onun iyiliği hem de kendi iyiliğim için. yalnızken bir işe yaramayan canım belki bir başkasnın işine yarar. arkadaşım arıyor ve gene hatırlayamıyorum ismini. sesinde bir kızgınlık var yine. benim suçum değil bu. amlamıyor.

ebruli hayallerim ve kesif korkularım vardı bir zamanlar, gerçekten yaşadığım zamanlar. ruhumun, etimden ve kanımdan ayrı gezmediği zamanlar geride kaldı, her türlü yalnızlık suç olmuş şimdi, beni de içeri aldılar, müebbet yatacağım.

"... birşey söylenmeli bu durumda
ama ne söylesek kelimeler yetersiz
ve kelimelerim kesik kalıyor
yalnızlık bile daha güzel
uyku gelse de gitsek kafdağının ardına..."

26 Mart 2010 Cuma

başlıksız yazılar #1

3/26/2010 02:06:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments

ucu açık cümlelerle ve üç noktayla biten hayallerimin umutsuzluğuyla yazıyorum çoğu zaman. noktayı nereye koyacağımı bilemiyorum, bilmek de istemiyorum. sessizliğimde kendim için yazdığım yazıların başlıklarını önceden atıyorum ve altını dolduruyorum sonra. çünkü insanın hissettikleri tek cümleyle özetlenemez hiçbir zaman.

yazlnızlığımın alt başlıkları belli. hayat ve ruh, tek cümleyle özetlenecek kadar basit değil, bazı kavramlar sadece içerlerde yankı buluyor. ama deniyorum çoğu yine de. kavramı özetlediğim tek cümleye bakıyorum, eksiklikleri hissediyorum. eksikleri dolduruyorum akan mürekkebin kağıttaki hışırtısıyla. açıklayıcı olması gereken her cümle beraberinde daha fazla çözümsüzlük ve soru getiriyor çalışma masama. hepsini kendim gibi seviyorum o soruların.

bazıları yetim ve öksüz kalmaya mahkum, eksik ifade edilmeyi hak ettiklerinden değil, ifade edilemekleri için. ama gene de şanslılar. bir de ölü doğanlar var çünkü, doğuştan cevapsız, anlamı havada kalan, ya da açıklaması alamutun aşağısındaki nehirde olan. bunları duvarıma asıyorum, şimdiden koskoca duvarın yarısını kapladılar, hepsi de aynı yaşanmamışlıkla bana bakıyorlar. bu sorular ve kavramlar her bir ruhta ayrı birer etki bırakıyorlar aslında.

belki de bu yüzden kendi cümlelerimle onları esir etmek istemiyorum. bazı sorular anonim olmalı. bazı kavramlar sadece yaşanmalı kağıda dökülmeden.

zamanın yetim bıraktığı gecenin ritmi




saat dokuz'u on iki geçiyor...

acayip şekilde yorgunum ve yattığım kanepeden nasıl kalktığımı hatırlamıyorum. elimde yeni yaktığım sigarayla tek kişi yaşadığım dairemin kapısına doğru yöneliyorum, ağzımda sigara olduğu halde, ayakkabımın bağcıklarımı bağlamaya çalışıyorum. sigaranın dumanı burnuma doluyor, sigaraya değil yalnızlığıma küfrediyorum. yere düşen külü görmezden gelerek kapıyı açıyorum, anahtarımı alıyorum, hızla çekiyorum kapıyı, ses apartmanın boşluğunda yankılanıyor. yukarı çıkan yaşlı çiftin geçmesi için kenara çekiliyorum, sessiz bir selamlaşma oluyor, sonra hızla inilen merdivenler. arabama atlıyorum, trafiğin yoğun olmaması için dua edip, motoru çalıştırıyorum.

saat on'u sekiz geçiyor...

hayat bir şakadan farksız, gene sekiz dakika geç kaldım, umarım kızmaz diye içimden geçiriyorum. içeri girer girmez ispanyol ritimle çalan bir gitar karşılıyor beni, gözlerim onu araken, o benimkileri buluyor, öyle içten gülümsüyor ki. o tarafa doğru giderken garsona çarpıyorum, üzerime dökülen salçalı yemek bembeyaz gömleğimi kırmızıya boyuyor, hemen ayağa fırlıyor büşra'm, garsonu azarlıyor benim yerime. neyseki yanında ona bıraktığım gömleğim varmış, uyumsuz olsa da onu giyiyorum üzerime ve yemeğe nihayet başlıyoruz. aramızda ne olduğuna hala emin değiliz, o beni seviyor gibi, bense hala kendimi ona ısınamamış hissediyorum, ama o beni sahiplendiği için ben de onu sahiplendim. "bir acım var anlatsam ölümü göremezsin.." diyor bana, sevilmeyi bekliyor, haksız da değil ama susuyorum, yalan söylemem hayatî konularda. bozuluyor biraz, ama bana çaktırmayıp gülümsemeye devam ediyor, mutlak bir sessizlik ve birbirimizle yemeği tamamlayabiliyoruz.

saat on iki'ye on yedi var...

lokantadan anca çıkabildik, sahilde yürüyoruz, sürekli kendini anlatıyor, sıkılmıyorum aksine ilgiyle dinliyorum, daha el ele bile tutuşmamışken duyguları hissetmemiz ne tuhaf. ben zamanın yetim bıraktığı bir çocuğum... bir bunu bilmiyor sanırım. gözlerimi kocaman kocaman açıyorum, gülmeye başlıyor bana. acaba kötü birşey mi yaptım diye başımı önüme eğiyorum ve ilk bulduğum banka oturuyorum. çantasından çekirdek çıkarıyor, aynı annem gibi: sanki elleri çenesinden yavaş kalıyor çitlerken. gene gülümsemekten kendimi alamıyorum. ben gülünce o da gülüyor. üstümü düzeltmek için eğiliyorum, cebimden kendi çapımda yazdığım şiirler çıkıyor, hiçkimse için yazdığım şiirler... elinden almaya kalsamda beni engelliyor cüretkar bir hareketle, kolayca pes edip defterimi onun ellerine bırakıyorum.


saat bir'i otuz iki geçiyor...

neredeyse bütün şiirleri sesli okurken, yere düşen cam gibi birbir parçaya ayrıldığımı hissediyor olmalı, bilinçli olarak bunu yapıyor, ve beni daha savunmasız hala getirmeyi başarıyor. son sayfadaki dört satırı okumaması için yukarıya bakıyorum binbir duayla. ama o anın gelip çatmasını engelleyemiyorum:

"hala yaşıyorum,
ama kağıtlar benim yalnızlığımı perçinliyor,
sevemediğim kadınlar
rüyalarımda hesap soruyor..."

saat bir'i otuz sekiz geçiyor...

bir deftere bakıyor bir bana. en sonunda kafamı kaldırdığımda yemyeşil gözeri benimkilere kitleniyor, bakmaya devam ettikçe içimdeki sevgi açlığını doyuruyor. aklım kafamı yere indirmesini söylesede başaramıyorum, ona yakın olan elimi tutuyor, ay daha bir parlaklaşıyor sanki, dünyanın sonu bu olmalı diye düşünüyorum, ya da tam şu anda bir mucize olmalı, zaman durmalı... ama olmuyor, elleriyle zayıf ellimi kolayca kavrıyor ve yüzüme bakmaya devam ediyor, yüzümdeki acıları, gözlerimdeki bağlanma korkusunu yenmeye çalışıyor, ruhum oradan çıkmak için çırpınıyor ama nafile. en sonunda yenik düşüyorum. yemyeşil gözerimde gördüğüm sonsuzluğa dalıp gitmişken, gerimizden havlayan köpeğin sesini duymuyorum artık.

saat üç'ü yirmi dört geçiyor...

kafamı dizlerine dayamış şekilde gökyüzünü seyrediyorum, sanki etrafımızda bir balon var, dışardan hiçbir sesin giremediği. dağınık saçlarımı elleriyle tararken, kepekler gözlüklerime dökülüyor, gözlüğümü çantasından çıkardığı bir beze siliyor, çantada bir ben eksiğim sanki diye içimden geçiriyorum. tüm sıkıntılarım akıp giderken, gözlerim ona dönüyor, onunkiler sahile bakarken. istediğini elde etmiş, sevilmiş bir insanın huzuru var yüzünde, dikkatini çekmemek için kafamı eğiyorum önüme, en son bir kadın saçımı taradığında sekiz yaşımdaydım diye aklımdan geçiyor, yanımda olmayan, olamayan anneme bir fatiha yolluyorum. erkeklerin annelerine benzeyen kadınları aradıkları doğru, hatta ona en çok benzeyeni tercih ettikleri de doğru, ben canlı kanıtıyım bunun. kafamı yüzüne doğru çeviriyor elleriyle, ellerindeki sıcaklı yüzüme kanın hücum etmesini sağlıyor. ilk hediyesinin kapağını açmak üzere olan bir çocuğun gözleriyle bakıyorum ona.

saat beş'e yaklaşıyor...

gece yollar bomboş. evine geldiğimizde, kapısını açıyorum arabanın. arabadan iniyor, gözlerimiz kenetleniyor birbirine ve ellerimi ellerine alıyor ikinci kez. iyi geceler demesine gerek yok, anlıyorum onu. kapıya doğru yürürken arabama yaslnıyorum ve onu izliyorum. içeri girmeden önce bana bakıyor, bu sefer bakışlarımı indirmek istemiyorum. kapıyı kapatıyor, arabayı çalıştıryorum ama gitmek gelmiyor içimden, ışığın geldiği pencereye doğru bakıyorum motoru durduruken. defterimi açıyorum ve bir kaç satır daha karalıyorum:

sabah ezanı okunurken,
çamurdan yaratılmış insana
sevgidir şekli veren,
ben kendi kil ustamı buldum,
biraz yanmam lazım şimdi,
şekil almak için.
acılarıma ötenazi uyguladım anne bugün,
rüyasız uykulara bırakıyorum kendimi.."

saat sekiz'e iki var...

çalan telefonu açıyorum binbir güçlükle:

- kalk hadi işe geç kalacaksın...
- ...
- uyan artık, neredeyse 11 saattir yatıyorsun... ulaşamadım sana bir türlü..

kafamı önüme eğiyorum, soğuktan her tarafım uyuşmuş; hayatımın hiç bir parçasında mutlu bir sona yer yok.

25 Mart 2010 Perşembe

hakkıdır nakde tapan milletimin istismar

3/25/2010 04:16:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments

her zaman için kişi sevdiğiyle beraberdir. ne ekerseniz onu biçersiniz. sizin yapmadığınızı sizin seçtiğinizde yapmaz, daha kötüsünü yapar yaparsa. siz nakide taparsanız, başınızdakiler de bunu istismar eder. kötüye kullanmakan çekinmez. siz bir ırkı ezerseniz, başınızdakiler de ezer bunları, siz bir ülkeyi kötülerseniz, başınızdakiler ona savaş açar.

siz sesinizi çıkarmazsanız, istismar her zaman olur. etraf çakal kaynıyor çünkü.

kalbimin esaret hali gözlerin



sevgimin yalın hali bulutlu gözlerin...

gözlerimin yeşili kahverengine dönmeye başladı artık, vücudum toprağa bakıyor. saçlarımın döküldüğü toprağı gözyaşımla ıslattım, yalnızlığımın saksısında bir aşk fidanı var, bir kaç gün sonra gözlerimin pınarı kuruduğunda o da ölecek susuzluktan, akıtacak gözyaşım kalmadığında yalnızlığımın ayazında kalacak ve dökecek taze yapraklarını meyve vermeden. bana sabırlar dilerdi hep annem, denerken öldük be annem, denerken öldük, aşk yolunda ölmek kutsal mı anne? yoksa cehennemlik miyiz? gene arafta kalmayalım da.

gözlerimin sensiz hali bulanık gözyaşlarım...

içtiğim sigara boğazımın yollarını yaktığından yutkunamıyorum, eklemlerin sensizlikten kireç tuttu. bana baktığında kıpırdayamam bu yüzden. senden ayrı geçen her saniye kalbime akıttığım kan yalnızlığımı besledi, büyüttü. artık kalbimin yerinde yalnızlığım atarken, aşkının gölgesinde huzurlu uyumam bu yüzden. sessizlik daha da beslerken içimde büyüyttüğüm canavarı, zincirlere vurdum sensizliği, ama daha fazla tutamayacağım içimde, içimden çıkarsa ne ben kalacağım, ne de sen. benliğimiden taştığımda önümde duranları ezdiğimden yalnızım zaten.

yalnızlığımın deniz hali kıyıma vuran dalgaların...

kalbim aritmiye yenik, sensiz ritimsiz olduğumu bilmiyorsun. gözlerinin her delici bakışında kafamı eğmem, içime daha çok işlememi istememden. bedenimin kıyısına vuran dalgalar yüzünden ellerim yosun tuttu artık, sana şiir yazmadığım için kestim attım onları, seni anamayacak uzuv lazım değil bana. hırçın dalgalarla gelen saçlarının kokusunu, sana yazdığım mektubu koyduğum şişeye sakladım. sakin bir günde bırakacağım denize, yalnızlığımı da hissedersin belki. uçurumdan sırtüstü atıyorum kendimi denize, sırtım çarptığında suya, acı gözlerimi sonuna kadar açtırıyor bana, bağıramıyorum, tuzlu su doluyor ciğerlerime, yakıyor bir kez daha.

kalbimin esaret hali karanfil gözlerin...

vucudumu dinlendiren bakışların, buruk bir bir tad bırakıyor içimde, aynı karanfil gibi. acılarımı unutturuyorsun, diş sızısının bin katı belki yüreğimde açtığın yaralar, bakışların merhem oluyor bilmezsin. seni görmek için saklandığım köşe başında, bir kere bile elini tutamamanın acısını yaşarken ben, sen varlığımdan habersizsin. bazen kızıyorsun ya, gönlümdeki siyah bulutlar kandan damlalarını bırakıyor içime, güneş doğmayı reddiyor, yıldırımlar çakıyor gözlerimde, dünyaya küsüyorum seni kızdırdığı için.

senin karanfil gözlerinde yaşıyorum bazen, fabrikalarım iflas etmek üzere çünkü.

ne dualar kurtarır bizi ne de zaman


kimse sandığım kadar masum kalmadı...

araba son sürat olay mahaline doğru ilerken düşündü; bu seneki üçüncü inthar girişimiydi bu. noluyor bu millete diye içinden geçirirken, köşeyi dönmüştü ve aniden frene bastı. serseri bir tinerci, az kalsın eziliyordu arabanın altında. sağlam bir küfür savurduktan sonra, vitesi bire alıp devam etti. akşam yemeği zevkinin içine tüküren şu iti indirdiği zaman nehrin üstündeki köprüden, merkezde sağlam bir dayak atacaktı. hanımı mızmızlanıp duruyordu: "25 sene oldu hala bırakmadın şu işi, ne gecen belli ne gündüzün..."

bunları düşünmeyerek olay yerine vardığında, bölgeye ilk intikal eden polislerden durum raporunu aldı arabasından çıkmadan, 22 yaşında bir kızdı intihar etmekte olan. allah'tan irem bugün arkadaşlarında diye iç geçirdi. kızı silahlara çok düşkündü, kendisine benziyordu bu yönüyle. bu genç kızı da buradan kurtarmak lazımdı, sonra da gece boyu sürecek olan evrak işleri filan. tüm bunları içinden geçirirken, müdürüm diye bir ses geldi ilerdeki polislerden. hemen arabadan çıktı, koşar adım intihar eden kızın etrafındaki kalabalığa karıştı. ite kaka geçti milleti, en öne geldi.

ne dualar kurtarır bizi ne de zaman, unutabilmek gerek bazen ağlamadan...

kapşonlu kırmızı bir giyecek vardı üzerinde kızın. kapşonu gözlerine kadar çektiğinden yüzü gözükmüyordu, giyisinin iki kolu da dirseklerine kadar sıvanmıştı. her iki kolunda da dirseklerinin altından bileğine kadar düzenli bir şekilde kesilmiş dört adet kesik vardı, mükemmel bir pararlellikte. kanlar sürekli damlarken kesiklere dikkatlice baktı, son derece dikkatli atılmıştı, beklenirse insanı üç saat içinde öldürebilirdi. yavaş bir ölüm, fazla acı hissetmeden, beşir fuat gibi. kızın her iki elinde de birer silah vardı, gümüş desert eagle yazılarının üzeri kanla kaplanmıştı ama seçilebiliyordu, israil yapmı silahın işlemeleri oldukça etkiliydi, farkedilememesi imkansız diye düşündü. ellerinin kemikleri belli olacak denli zayıftı kız, fazla dayanmaz hemen birşeyler yapmamız lazım diye düşündü.

bir polis memuruna gözüyle işaret etti, polis kıza doğru yaklaşınca, kız sol elini havaya kaldırıp bir el ateş etti, kalabalık geri çekilmek için birbirini ezdi, işaret ettiği polis de geri çekilmişti, ama kızın teni soluklaşmaya başlamıştı, belki yarım saat bile dayanamayacaktı. basın gelmeye başlamıştı, bir bu eksikti diye düşündü, flaşlar ardı sıra patlarken, iki tane polis memuruna işaret etti, polisler yaka paça uzaklaştırdılar. kız iki eilini de havaya kaldırıp ateş etmeye başladı, toplam dört el ateş ettikten sonra durdu.

üryan geldim, üryan giderim...

artık vakti gelmişti. başındaki kapşonu çıkardığında, karşısında babasını görmüştü, ama bun atepki verecek kadar güçlü değildi, yağmur da başlamıştı. kollarından akan kan yerde ufak çaplı bir birikinti oluşturmuştu ve oluklardan nehre doğru akıyordu. karşısında babası donakalmıştı, oysa o haberi yarın gazetelerden okurlar diye ümit ediyordu. babası kızımmm! diye koşmaya başlayınca bir el ateş etti önüne doğru büyük bir soğukkanlılıkla, bu iş burada bitecekti, bu gece sondu. babası bacağını sıyırmıştı kurşun, onun tanıdığı elini tutup gezdirdiği kız değildi artık, bambaşka biriydi. ercan'ı düşündü, basit bir aşı sonrası emboliden hayatını kaybeden, gerçi o hemşireyi de buraya gelmeden haklamıştı, yaşamasının bir manası yoktu artık.

gözleri bulanıklaşmaya başlamıştı artık, durgun nehire damlayan kanının kızıllığı ile nehrin yeşile çalan rengi oldukça güzel bir ikili oluyordu. babası neden diye sormaya kalkınca bir el daha ateş etti, sorular anlamsızdı bugün, cevaplar gereksizdi. vakit geldi diye düşündü, iki silahıda başının iki yanına doğru dayadı, yağmur iyice şiddetlenmişti, ne yapacağını anlayan babası bacağına ona doğru koşmaya başlamıştı. güle güle baba dedi sadece onun duyabileceği bir sesle, sonra tetiklere bastı ve gözleri karardı.

aldırmazsan aldırma, o zaman kendini kandırman gerek...

hayıııırrr diye bağırmıştı başkomiser, ama silahlar yağmurdan dolayı ateş almamıştı, ve kız da kan kaybından dolayı düşmüştü, ölmemişti. en azından öyle ümit ediyordu, ölmemeliydi biricik kızı. gözyaşları içinde nabzını kontrol etti, zayıf da olsa bir nabız vardı, ama yaralar çok derindi ve kan akmaya devam ediyordu, alelacele ambulans ekibini çağırmıştı ama onlar çoktan o tarafa doğru gelmeye başlamışlardı bile. hemen kızı sedyeyle ambulansa aldılar, yaraları bir yandan tamponlarken, bir yandan da sürekli nabız ölçüyorlar ve serum bağlamaya çalışıyorlardı. ama durum kötüydü. gözü yaşlı baba kızının elini sımsıkı tutuyordu, ellerine bulaşan kana aldırmıyordu.

yaşam destek ünitesi kesik kesik ötemeye başlayınca son sürat giden ambulansta, babayı bir kenara iten doktor, kalp masajı yapmaya başlamıştı, ama fayda etmiyordu. nabız yok diyen hemşirenin ardından pedallar diye bağırdı doktor, cihaz hemen gelmişti, zaman gittikçe azalıyordu, beyne bir dakikadan fazla bir süredir oksijen gitmiyordu.
- şarj oluyor--- hazır!

şok verilmişti ama hala nabız yoktu, tekrar verildi şok, tekrar ve tekrar. baba gözyaşlarını tutamıyordu artık. doktor pedalları bıraktıktan sonra saatine baktı ve hemşireye döndü:

- ölüm saati: 00:00. sebep: kan kaybına bağlı oluşan aritmi ve kalp krizi.

durum raporu:

köprüdeki kanın yağmurla temizlenmesi: yaklaşık yarım saat,
raporun hazırlanmasıve evrak işlerinin halledilmesi: yaklaşık bir gün,
gazetelerin olaya ilgisi: yaklaşık üç gün,
insanların hatıralarından bu görüntünün çıkması: yaklaşık iki hafta,
babanın bacağındaki sıyrığın fiziksel iyileşme süresi: yaklaşık üç hafta,
babanın kalbindeki yaraların kapanması: öngörülemez.

dosya kapandı.

24 Mart 2010 Çarşamba

şıpsevdi kızgınlıklarım ve sis düdükleri

3/24/2010 11:10:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , , 1 comment

yıllardır yazılmayı bekleyen hikaye.

seni bu şarkıyla tanıdım ben. yağmurlu bir gündü beni kabul ettiğin gün. şimdi sen uzaklarda çok uzaklardasın ben bu yazıyı yazarken. okuduğunu biliyorum, seni yazmamı sevmediğini de biliyorum. yazacağım inadına, ellerim buz tutsa da. sen orada beni unutmuşken her sabah üzerine yattığım kolun acısıyla seni hatırlarım bilirsin. bu eller seni yazdıkça mutlu çünkü. konu sen olunca kısa cümleler kuruyorum, virgüllerden hoşlanmadığın için.

bir sabah ansızın çıkıp geleceğini biliyorum. bir sabah, güneşin kızılı üstüne vururken. seni anan bu eller okunduğunu bildiği için zor yazıyor. yazıyor ve hüzünlü. yazıyor ve tırnak diplerinden kan geliyor. beyaz klavye kullanmam senin gibi. beyaz klavye kiri gösteriyor. ben sevmem öyle işi. seni de o yüzden sevemedim belki de. sevemedim ama unutamadım da.

cogito ergo mahpusum.. seviyorum o halde yokum.

sevgiliye kuruttuğumuz çiçekler

3/24/2010 11:07:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , , No comments


eğer kuruttuğunuz papatyaysa, hoş bir koku olur bıraktığınız defter arasında.

ve aklınıza gelir, eski papatya falları.

o deftere yazdığınız her umut dolu satır evet! tir...

her acı ve yalnızlık dolu yazı hayır! yerine geçer.

tek hayır üç eveti götürür papatya falında ve aşk umutla beslenir, kimse bilmez.

suikast sanılan yıllanmış aşk

3/24/2010 11:04:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , , No comments


belki de hiçkimsenin umrunda olmayacak bir üçüncü sayfa haberiydi. çevirdiği metine atfen, imamın kitabına yazdığı önsöz aynen şu şekildeydi:

"koşarak önünden kaçtı otobüsün. üsküdar'da, aslında bütün istanbul'da yol verilmez, kendiniz alırsınız, ama dikkatli olmalısınız. bu kuralı uygulamıştı sadece. sabahın köründe ezanla beraber uyanmıştı. bu saatteki bu yoğunluğa analı bacılı bir küfür savurdu, yanından geçen sakallı amca ona ters ters bakınca, hemen uzadı oradan. sofilerin işi belli olmazdı, hele sabah vakitleri.

bir hafta önce caminin imamından aldığı kot pantolon kirden ve pastan simsiyah bir hal almıştı, pek üşümediği için üzerine geçirmediği gömleği ise nispeten iyi durumdaydı. bugün bu saçma sapan hayatının son günü olacaktı inşallah. öyle umut ediyordu. dedesinden kalma evde son bir buçuk senedir beş parasız yaşıyordu, çalışmadığı için dedesinden kalan yüklüce para da suyunu çekmişti. tek kalifiye özelliği osmanlıcayı iyi derecede bilmesiydi.

hayatını değiştiren de bu olmuştu. eski zamanlardan kalma gemicilik efsanelerini anlatan bir elyazmasını çevirmişti. son iki haftadır bundan ekmek yiyordu. geçen bir güvercin kafasına pisleyince kendini tutamadan sağlam bir küfür savurdu, imam tam camiden çıkarken. yüzü asıldı imamın, kafasını gösterdi sessizce, imam gülümsedi, bizimki rahatladı. ellerini şadırvanda yıkadıktan sonra, yüzünü yıkadı, bir ton kir aktı mazgallara, daha sonra tokalaştılar imamla. kirli a4 sayfalara yazılmış metini ceketinin iç cebine koymuştu bizimki, oradan çıkarıp imama uzattı. imam sayfanın kirliliğine değil de yazının güzelliğine takılmıştı, israfil ise tabakasından bir tane sigara çıkardı imam metini incelerken.

- olay olacağız olay...
- aman beyim ben bir yıkanayım yeter...
- tamam hadi bakalım.

israfili önce bir hamama soktu imam. tellakın burnunun direği kırılmıştı israfilin kokusundan, belki de bu yüzden sıcak suyu başından aşağı boca etti bizimkinin. bilemeyiz. tellak sürttükçe kir akıyordu israfil'in teninden. adam resmen deri değiştirmişti, simsiyah olan teni, bembeyaz olmuştu. "eskiden istanbul beyefendisiymiş bu" diye aklından geçirdi tellak, aynı hamam içinde traşını da oldu, uzun saçları bir düzene sokuldu, sinekkaydı traşı yapıldı. aynada kendine baktığında acı acı gülümsedi israfil. bu adam kendisi değildi, bu adam dedesinin yetiştirdiği efendi çocuktu, hiç olmak istemediği. dedesinin adıyla anılmıştı her zaman, o ölünce bile bu adla anılmasından rahatsız olan israfil, gelen aile dostlarını da bir bir kovmuştu evden, parayı da suyunu çekene kadar harcamış, daha sonra eşyaları satmıştı. bir kanepe vardı şimdi evde, bir iki kat battaniye, köşede de yazı masası.. kıyamamıştı o masaya nedense.

bunlar gözünün önünden geçerken suratına bir tokat attı kendine gelmek için, yanağı kızarmıştı ama olsun, duygusal olmanın vakti değildi şimdi, kitap yayınlanacak, esma'yı bulacaktı. üsküdarın güzelini, karşına çıkmaya cesaret edemediği. yıllardır cebinde sakladığı resmini takım elbisenin iç cebinden çıkarıp şöyle bir baktıktan sonra, acaba ne yapıyor diye ilk defa düşündü. sonra vazgeçti, bu konu sonra düşünülecekti.

gece olmuştu o bunları düşünürken, saat 10 civarıydı, yeniden medeni bir insan olmuştu. kapıdan çıktığında kalabalık iyice artmıştı, kalabalığı yararak kazı çalışması yapıldığını sandığı bölgeyi çevreleyen şeriti aştı, ama hiç iş aracı yoktu. tam karşısında esma vardı, şeritin öte tarafında, koşmaya başladı...

- durrr...
- noluyo burada..

koşmakta olduğu halde elini ceketinin iç cebine doğru götürdü, bir yandan da esmaya bakıyordu, ama arkalarındaki polis silah çıkartıyor sanmıştı. kültür sanat faaliyetinin ortasında olan belediye başkanı oradaydı, kalabaklıkta bundan kaynaklanıyordu zaten. tehdit olarak gördüğü adamın elini cebine götürdüğünü gören polis, suikast sanmıştı olayı...

yıllanmış aşk, suikast sanılmıştı...

polis iki el ateş etti eminönü iskelesinin önünde israfil'e, yere düşmesi gecikince bir tane daha. sendeledi ve yere düştü israfil. kafasını son bir gayretle kaldırdığında ona bakan yüzler arasında esma'nınkini de gördü, gülümseyerek yavaşça kafasını önüne düşürdü:

- eşhedü enla...

ağzından gelen kanın ıslattığı yere doğru bakıyordu herkes, neden güldüğünü kimse anlamamıştı, polis bin pişman üstünü ararken, esma'nın fotoğrafını buldu cebinde. esma o tarafa doğru dikkatlice bakıyordu:

- akrabası mısınız?
- e evet.. demişti ne diyeceğini bilemeden...

esma beklerken başında cansız bedenin, bilmiyordu yerde yatanın israfil olduğunu, polis bilmiyordu birkaç gün sonra olay yaratacak kitabın yazarını vurduğunu.. evine giden imam da bilmiyordu vurulanın israfil olduğu. ama israfil'in ruhu semaya yükselirken, esma'ya bakıyordu mütemadiyen, yağmur başlamış etkinlik bitmişti. başkanın emriyle israfilin bedeni üstüne gazeteler örtüldü, sabah tırstığı sofi gözlerini kapattı bizimkinin, ruhuna fatiha okudu. semaya doğru yükselirken "o kadar saydık arkasından ama, iyi adammış" diye içinden geçirdi israfil, "iyi adammış vesselam."

yağmur yıkadı israfilin bedenini, kanlar kanalizasyona aktı, kimliği belirsiz bir kaç görevli gelip bedenini kaldırdılar ordan, esma da gitti. bedenini sıradan bir cami imamı yıkadı, dört beş kişi vardı namazında, şimdi mezar taşında hiçbirşey yazmıyor israfil'in ruhuna fatiha dışında. aşkını da alıp gitmişti zaten."

21 Mart 2010 Pazar

yeni başlayanlar için hayat

3/21/2010 02:31:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , No comments
erkekseniz babanızla, kızsanız annenizle bir türlü alışamamaktır. sokağın köşesinde beklediğiniz ilk aşkınızın tadını yıllar geçse de unutamamak, mütemadiyen ana rahmine dönme sendromu yaşamaya, yalnızlığın izdüşümünü üzerinde görmeye, ve geri tepme mesafesini doğru hesaplamak konusunda beceriksiz olmaya alışmaktır.

aslında bir nevi iç kanama belirtisidir, sadece gözyaşlarınızı içinize akıtan. sizi gözleyenlerin az olduğu vakitlerde, yalnızlığınızı harflerle paylaşmaktır. kaybeden bir insanın en orjinal yansımasını gördüğünüzde, kendine komik olma demeye alışmaktır. kapıyı kapatıp gidersiniz sonra.

20 Mart 2010 Cumartesi

k.g.b seksendört

3/20/2010 03:19:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments

84′ün albümü üzerine birkaç söz etmek istiyorum.. albümdeki parçaların hepsini dinledim ve  albüm güzel parçalardan oluşuyor. toplam on parça var ve sonunda 84 tarzını bulmuş gibi: alternatif rock. bu arada adamlar yeni albüm filan yayınladılarsa haberim yok.

şarkıların öle hit filan olcağını iddia etmiyorum ama kendi içinde bütünlüğü ve belli bir yoğunluğu yakalamış gibi. Ama genel olarak albüm üzerinde karamsarlık havası var. insanı öldürcek kadar olmasa da hissediliyor. duygusal yoğunluk yakalamak icin dinlenmesi gerekiyor.

tarık dal ve şeytanın vasiyeti…

3/20/2010 02:59:00 ÖS Posted by mistrafantastic No comments
yurt yönetiminin ısrarla kütüphane dediği fakat benim bir kaç kitap bulunan raftan ibaret bir yer olduğunu söylediğim yerde buldum tarık dalın kitabını. bir kaç başarısız girişimden sonra(kitap okumayı çok sevmeme rağmen yeni bir kitaba başlamak çok sancılı olmaya başladı son zamanlarda) dün gece kitabı okumaya başladım. çok güzel hbir kitap olmasına rağmen kitabın ortalarından itibaren bir karamsarlık sarıyor insanı fakat bu kitabı okuma isteğinizi azaltmak yerine artırıyor.kitaptaki diyaloglar bazen sırıtıyorsa da kurgu gayet etkileyici. fakat bazen kitabın ilk akla gelen şekliyle değilde biraz farklı bir biçimde kitaplaştırıldığını düşünüyorum. hikayede çok anlam yüklenen kişilerin(kitabın akışında bunu hissediyorsunuz) yüzüstü geçilmiş olması, ve bazen olayların kopuk kalma durumu. herşeye rağmen kitabın sonuyla beraber(her kitapta olduğu gibi) keşke bitmese dedim. çünkü öyle bir sonu -bir hikaye karakteri/ bir düşünce bile olsa- hiç kimse haketmiyor. çok karamsar, ama etkilendim…

bu arada kitabın arkasında yazılanların kitapla uyuşmaması da var ama bunun tarık dalın suçu olduğunu sanmıyorum…

galata da bir anti tarih

3/20/2010 01:29:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , No comments
alesta tiramola!

diye bağırdı gabyar mustafa. emri duymayan görevli çavuş, beline yediği sopayla kendinden geçerken, onun yaveri tüm gerekli işlemleri yapmaya başlayıp, kızlıcık sopasını yemekten kurtuldu. gemide tam bir kargaşa hakimdi. gabyar mustafa bu hale oldukça sinirlendiğinden olsa gerek, yanındaki su dolu tenekede tuttuğu kırbacı önünden hoplayarak geçen çocuğun suratına patlattı. çocuğun suratından ve sırtından kanlar gelirken, acı çığlık ta sahilden duyulmuştu, bir deniz mili öteden... herkes pür dikkat gabyara bakıyordu. kafasını kazıtan tek kaptan olan gabyarın, belden yukarısı çıplak, altına giydiği şalvar ise simsiyahtı, yer yer kan lekeleri göze çapıyordu. sol kolunda ah minel aşk, sağ kolunda ve minel garaib yazan bu insan azmanı ortaya çıktığına göre işler yolunda değildi.

kocaman kalyon dönmeye başlarken galataya, kıyıda bekleyen onlarca insan, sadrazam, 14. yeniçeri ortası, geminin babafingo direğinin olmadığını farkettiler, ve iki tane bayrak vardı gemide, biri şahlar şahı sultanımızın, diğeri ise ne idüğü belirsiz simsiyah meşin bir bayraktı. herkes onları izlerken, az önce kırbacı yiyen çocuk, ayağa kalktı, akan kanlara aldırmadan;

- bir emriniz var mı kaptanım?, dedi.

çocuktan hoşlanan gabyar, sol eliyle şalvarına sıkıştırdığı bezle çocuğun yüzündeki ve sırtındaki kanları sildi. eliyle güverteyi gösterdi, çocuk dikkatli bir şekilde bakmaya başladı o tarafa, gabyarın eli omzundaydı çocuğun. tam ensesinde elif mim elif te dövmesi vardı çocuğun, anlamını hatırlamaya çalışırken, çocuk gabyarın yüzüne bakmaya başladı, masmavi gözleriyle, göz kapaklarındaki kanla ürkütücü gözüküyordu ve yüzünün sol tarafı boydan boya yarılmıştı. çocuğa bir şişe şarap getirmesini emreden kaptan, trimalonın tamamlandığını farketti, yelkenler indirilip, kürekler çekilirken, ritim davulunun sesi geliyordu. 99 toplu kalyonun baş kasarasında yatanlar kalmıştı. herkes yavaş yavaş güverteye doğru ilerlerken, sahilde olanlar bu korkunç gemiye bakıyorlardı: ön tarafında bir ejderhanın ağzı açık bir kopyası vardı, altın yaldızlarla siyah zemin üzerinde gereğinden fazla bir ürkütücülüğü vardı. yelkenler istinga edilmeye başlanmıştı.

nerede kaldı şarabım diye sağa sola bakan gabyar, arkadaki kasaraya doğru döndüğünde, siyah bayrağın olmadığını gayri ihtiyari farketti. sahile bir gomina mesafe vardı. kaptanım diye bir ses işitti arkasından, ama sadece kendisinin duyabileceği bir mesafeydi bu, arkasını dönünce, amat dövmeli çocuk, elindeki bayrağı gabyarın yüzüne doğru fırlattı, uğursuz bayrağı gözünden çekip alamayan gabyar, çırpınıp duruyordu. sonunda bayrağı kafasından atabildiğinde kör olduğunda farketti. galatalı keçicizade israfil'in bayrağı verirken dediği ama üzerinde durmadığı şey doğruymuş diye düşündü.

kınından çıkarılan palasını hissetti keçicizadenin sözünü dinlemeyen kendisine küfürler savuruken. birkaç saniye sonra, palanın tüm vücudunu yırttığını, ve karşı taraftan çıktığını hissetti. bunu izleyen yeniçeri onbaşısı, donakalmıştı. çürük dişleriyle gerisine dönen amat dövmeli çocuk, korkunç bir şekilde yüzüne gülümserken, yeniçerinin ayakları birbirine dolandı. gabyarın sesi sahilden oldukça net bir şekilde duyulurken, her tarafı bir curcuna almış, sadrazamın askerleri güçlükle bastırmışlardı galeyanı.

bu tür koca kalyonlar ele geçmemesi için, direk olarak mühimmat deposundaki baruta giden bir fitil bulunurdu baş kasarada. çocuk yeniçerinin tütününü yakmak için kullandığı kükürtü ve yılankaviyi alarak o tarafa doğru seğirtti. yeniçeri bayılmıştı. fitili ateşleyen çocuk,

- amaaattttttt!

diye bağırdı, 50 metre mesafe varken sahile, sözün anlamını anlayanlar kaçmaya başlamıştı bile. fitilin ateşlendiğini görenler birbir denize atlarken, çocuk geminin başına doğru ilerledi ve ejderhanın başına çıktı. bir elinde pala vardı, vücudunun sol tarafı yüzüyle birlikte yarılmıştı, kanlar hala sızıyordu. korkunç bir şekilde nefes alıp vermeye devam ediyordu, onu gören bir hamile çocuğunu düşürdü. fitilin depoya ulaşmasına çok az bir vakit ve sahile 20 metre mesafe kalmıştı ki, çocuk dişlerinin tamamını göstererek gülmeye başladı yeniden.

patlamayla beraber kokunç bir kargaşa başladı sahilde, 99 toplu koca kalyon, donanmanın gözbebeği, sadrazamın önünde yitip giderken dövmeli çocuk gülüyordu, en sonunda baş kasaranın altındaki barut fıçısı da patlayınca, ejderhanın açık ağzından kocaman bir alev yükseldi ve çocuk bin bir parçaya bölündü. koskoca kalyon yan yatmıştı ve sahile ceset parçaları yağıyordu, sadrazam yanındaki yaverine sordu:

- amat ne demek?
- ölüm demek paşam...
- ...

kafasını önüne eğen beyaz sakallı sadrazam havadan yağan ceset parçalarına aldırış etmiyordu. ayağını metal bir şeye bastığını farketti. işlemeli bir palaydı paşanın ayağının dibindeki. ah minel aşk ve minel garaib yazıyordu, keskin tarafında. demekki gabyar da gitti diyerek, sahili boşaltmaları için askerlere emir verdi.

yağan ceset parçaları ve çıkan duman nedeniyle galata sahiline 1 sene kimse uğramadı.

eskidikçe değeri artan vasiyet

3/20/2010 01:27:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , , , , No comments
kadın seksen metrekarelik evine girmişti, anahtarı bıraktı vestiyere, ahmet yoktu ortalıkta, zaten bu saatte olmazdı evde ama erken geleceğini söylemişti. balkonun kapısı açıktı, istanbulda hava bulutlu. masanın üzerinde bir not buldu, vasiyet yazıyordu tepesinde.

"mide spazmı geçiriken her kuralın duvarda yazmadığını farkedersiniz, yüzünüz asık bir halde ellerinizi midenizin üzerine bastırıken, camdan size bakan kediye zoraki bir gülümseme fırlatırsınız, kedi kaybolur gider karanlıkta. mideniz bulantılarda, ağzınızın içinde bir sigara kokusu.

hava bulutluyken sevgilinin gözlerinizde, size bakmaya başlarsa kendinize küfretmeye başlarsınız istemsiz. bunu farkederse elinizi tutar çeker midenizin üstünden. masmavi gözlerinde aradığınız huzuru bulmaya başlarsınız, sakin bir denizde seyreden geminin kaptanı gibi maviliği hissedersiniz. oysa sizi bilse, geri dönmemek üzere terkeder sizi, sessizliğiyle ölürsünüz. öldürdüğünüz üçüncü kişiden sonra kaybettiğiniz ruhunuzu size bulup getirendir o, kaybedecek birşeyi olmayan size kaybedecek büyük birşey kazandıran odur, size bir yumuşak karın kazandıran odur, rüyasız geçen gecelerinize yüzüyle konuk olan sevgili, ilham perinizdir artık.

niye böyle yazıyorum ki ben, sadece senin okuyacağın bir hikaye bu.

yırttığım takvim yapraklarındaki şiirleri okumaya başlatan, ellerimi bile seven sen, neyim var ki senden başka? oysa ben en sevdiğim kadınları öldürdüm hep, yitip giderken gözlerinin canlılığı, masmavi gözlerinde hep huzuru gördüm ben. ama sen o kadar güzelsin ki, ellerim kilitleniyor o kısa anda, akan kanım yavaşlıyor sanki, kalp yerine sen atıyorsun sol tarafımda, kendimi vuramadığım için seni de vuramıyorum. gülümserken kendimi zorlarım ben, ama gözlerinde hava bulutluyken, benim gülümsememle güneşler açıyor sanki, bunu için kendimsen bile vazgeçmeye hazırım ben, yeter ki sen üzülme.

eline batan toplu iğnenin ufacık yaradan gelen kanı görünce dayanamıyorum, kan benim tutkum, ağzımdaki metal tat, bunu bana yapma, yaralanma, dikkat et kendine. kendimi tutamamaktan, tutkularımdan biri yüzünden seni vurmak istemiyorum. seni ilk gördüğümde, ikinci sigaramın ardından birinciyi ardından üçüncüyü yakmıştım, evimin karşısındaki balkonda pencereler daima kapalı olurdu, ama o gün açıktı, içerden bir yan flüt sesi geliyordu. öyle keskin, öyle içten notalardı ki. ardı ardına yakarken sigaralarımı beni birden ses kesilmişti ve sen çıkmıştın ortaya, hayatımdaki en önemli cesareti orada gösterdim sanırım; direk gözlerinin içine bakarak. geri dönülmez bir biçimde kendimden uzaklaşırken sana yaklaşıyordum istemsiz. karşında durana duygular kazandırdığını bilemezdin sen, sağ elinin şehadet parmağı bantlı, saçları dağınık, sağ dirseğinden aşağısında bir smith wesson dövmesi olan çelimsiz biriydim ben. seni gördükten sonra masmavi gözlerinin hatırına, bir kalyon çizdirdim sağ omzuma, 99 toplu, allah'ın armağınıydın sen bana.

hakkında denilebilecek o kadar şey var ki aslında, beceriksiz bir insan olarak yazamıyorum daha fazla. beni unutma lütfen, seni vuramadığım için kendimi vurmalıyım, ağrılarım ve açlığım durmayacak başka türlü. şimdi arkanı dön."

arkasını döndüğünde, ahmet balkondaydı, elindeki smith wesson'un aynısı kolunda çiziliydi, duruşları bile aynıydı. silahını ters tutuyordu, belli ki dövmeyle uyumluluğunu gösteriyordu, ölürken bile simetri aşkını yansıtıyordu. silah patlarken kadın ona doğru sadece birkaç adım atabilmişti, yüzündeki eğreti gülümseme merminin etkisiyle bozulurken, vücudu balkondan aşağı yuvarlandı, herkes balkondaydı. aşağı doğru baktı, yüzü ona doğru dönüktü ahmetin. koştu aşağıya doğru, kalabalığın arasından sıyrıldı. yüzünü silmeye çalışırken umutsuzca, siyah tişörtünün sıyrılanmasıyla farketti 99 toplu kalyonu, elif yazdığını gördü, gözyaşları sel olurken.

19 Mart 2010 Cuma

özgeçmişlerin hep başarı hikayeleriyle dolu olması

3/19/2010 10:51:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , , No comments

herkes hayatında bir defa özgeçmiş yazmıştır 20 küsürlü yaşlarına gelinceye kadar. nasıl hazırlarız diye sağa sola sormuşuz, araştırmışız, istenilen yerlere verirken biraz çekinmişizdir. başarı dolu özgeçmişimizi teslim ederken ellerimiz titremiş, acayip bir tebessüm yüzümüze yerleşmiştir.

babayla olan kavgalardan bahsetmez kimse, özellikle erkekseniz, hayatınızın belli bir döneminde bir çıkmaza düşersiniz mutlaka babanızla. sürekli kendi haklılığınızı düşünürsünüz, dumanlı bir hava sahası yaratırken ciğerlerinizde. kafanızda binlerce düşünce döner aynı sofrada yemek yerken, kulağınız daima babanızdadır, seslense, gözlerimin içine baksa da sarılsam bitirsem diye içinize geçirirsiniz, olmaz. yıllar geçip de babanızla yakınlaşmalarınız sadece önemli günlerdeki el öpmelerine indirgendiğinde, ellerinizdeki yanıklar artmış, sakal traşını 2 günde bir olmaya başlamışsınızdır. aynı ortamda kafanızı dahi kaldıramazken, yüreğinizi parçalayan duygular bir bir içinizden geçerken, o gururunuzu yıkamazsınız, bu başarısızlığınız, belki de başarızlıkların en büyüğü cv'nizde yer almaz. oysa sizi bugüne getiren en önemli etken budur.

aşık olduğu kimseden ayrıldığından, intihar girişimlerinden, içkiye başlayıp bırakmasından, üzüntünün içine akıttığı yaşlardan bahsetmez kimse. ayrıldığı gün arnavut kaldırımlarla konuştuğundan, nargile dumanını cinayete meyilli bir serseri gibi içine çektiğinden, çarpıp da özür dileyen bekleyen adamdan neden özür dilemediğinizi bilemezsiniz. bunlar hep eksi hanenize eklenirken, hala telefonunuzun çalmasını beklersiniz, vapura bindiğinizde. olanca ayazda neden dışarda beklediğinize anlam veremez kimse, eliniz telefona sımsıkı yapışmışken, dişleriniz soğuktan birbirine kenetlenir, yüzünüzdeki tüm nem giderken somurtkan bir ifadeye bürünmeye başlar yüzünüz, daha da çekilmez bir hal alır. üsküdarda korkuluklara sımsıkı yapışıp galataya doğru bağırmak istersiniz seni seviyorum diye, olmaz, yıkamazsınız gururunuzu. çingeneden bir çiçek alıp, ufacık bir kız çocuğuna verirsiniz, o çiçeğe bakarken, hayatla durumları eşitledim diye düşünürsünüz, ama kendinizi kandıramazsınız. eksi hanesinde olanlar cv'ye yazılmaz çünkü.

sabah kalkıp traş olursunuz sinekkaydı bir şekilde, kanama olmamasına şükrederek. bembayaz bir gömleği giyerken, işlediğiniz bütün günahları hissedersiniz tüm ağırlığıyla, kravatınızı düzgün bir şekilde bağladığınızda, bunu öğreten babanız aklınıza gelir, sonra kravatınızı düzelten sevgiliniz. gözleriniz yavaşça şişerken kolonya şişesini yüzünüze yaklaştırıp rahat bir nefes alırsınız. cüzdanınızı sağ arka cebinize yerleştirip, ceketinizi giyersniz. aynada dış görünüşünüze çekidüzen verirken, içinizden dökülen parçaların seslerini duyarsınız, toplamaya mecaliniz yoktur artık. yuvarlak çerçeveli gözlüğünüzü takıp başvuru yapacağınız yere varırsınız.

karşında gördüğü iyi bakımlı gençten oldukça etkilenen işveren:

- cv'niz oldukça geniş...
- evet...
- bayağı başarılı bir insansınız anlaşılan..
- biraz..
- evli misiniz?
- hayır...
- anne baba sağ mı?
- .....

o sessizliğe anlam yükleyemez, ve devam eder:

- neyse. yarın gelip başlayabilirsiniz..
- teşekkürler.

işte böyledir. yanlışlara, hatalara, yalnızlıklara, geçmişteki eksilere yer yoktur özgeçmişlerde. arkamı dönüp çıkarken, acaba üstümdeki yüklerden ezilen ruhumu gördü mü bilmiyorum. ellerimdeki yaraları gördü mü, yalnızlıktan kaçtığımı farketti mi acaba? o tatlı tebessümün ardındaki sarı dişleri görmedi eminim bundan, giden sevgilinin sıcaklığını hala aradığımı ve üşüdüğümü farketmedi muhtemelen. farketseydi stajım kabul edilmezdi.

sizi özgemişinizde yazanlar tanımlamaz; hayatımızdaki eksiler yüreğimize işlenir çünkü...

18 Mart 2010 Perşembe

bir abla hayal et

3/18/2010 02:29:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , No comments


Ben seni severken diye bir cümleye başlamak, yaşadığım son üç ayı inkar etmek değil, inadına başladım seni sevmeye, inadına devam ettim, ve inadına bakmadım arkama senden sonra, ve yine inadıma bu yazıyı çatlak bir kiremitin içine sıkıştırıyorum, geri dönüp sana vermek varken..

Sen bende, hiroşimada patlayan o bombanın çarpıcılığını hisseden o çocuğun gözlerindeki parıltıyı aradın. Oysa ben, o bombanın patladığı an, annesinden süt emen, gözlerini bile açamayan bir bebektim. Gözlerimi açtığımda ablam vardı yanımda, onu örnek aldım, gözleri parlamazdı onun.

Simsiyah gözleriyle beni izlerken, onun bakışları altında büyüdüm, yere düştüğümde kaldırmadı beni, ama ayağa kalktığımda benimle beraber yürüdü. Hiç ağladığını görmedim ablamın, ben de kendimi bildim bileli ağlamam, bilmem nasıl bir duygu olduğunu, o yüzden beni terk ettiğinde ağladığımı sanma.

Hep bizim şarkımız neden yok dedin bana. Ben ritmi ablamın etiğinden tutup giderken, aldığı nefesten ve başörtüsünün hışırtısından oluşturdum. Bu yüzden sustum, başkasının ritmi uymazdı bana, hele aynı ritmi başka birisiyle paylaşmak düşüncesi.. arı kovanını tekmelemeyi tercih ederim.

Senin yanında uyandığım zaman üzerimde yorgan olmazdı, soğuktan büzüşmüş bedenimi, yorganı üzerime çektiğimde bile ısıtamazdım, eklemlerim hala hisseder o soğuğu. Oysa benim ablam ben uyurken başörtüsüne yüzüme örterdi sinekler rahatsız etmesin diye, arada bir gözlerimi açardım, otuz iki dişiyle gülmezdi o senin gibi, bir tebessüm olurdu yüzünde, simsiyah gözlerindeki sıcaklığı hissederdim.

Seni terk edeli üç ay oldu, eklemleri soğuklar geçmeye başladı, yirmi bir yaşımda ablamı hala yanımda hissediyorum, uyuduğumda başörtüsünü yüzüme örtüyor gibi, ve ben hala gözlerimi açtığımda gözlerini görürüm boşlukta, bana bakan. Ve hissederim saçının her telindeki ayrı duyguyu, kırıkların acısını..

Sen beni bıraktığından beri hiç değişmedim;

Ben hala Hiroşimada bomba patladığında annesinden süt emen çocuğum, çiğ süt emmişim seni özlemem.

Ben hala ablamın eteğinden tutup giden o çocuğum, hala ritim duygum aynı ve beni tanımlayan bir şarkı yok..

Ve ben hala seni özlemedim, hala düştüğümde kaldıranım yok, ama ayağa kalktığımda kendi başıma yürüyebilecek gücüm var, ablam sağolsun..

Ben üç ayaklı bir köpek gibiyim, diğerleri arasından görünümümle sıyrılırım çoğu zaman, ben yürüdüğümde herhangi birinden daha fazla dikkat çekerim, insanlar hep hikayemi dinlemek isterler senin gibi, ben ablamdan öğrendim, senin kokundan ve duruşundan hikayeni anlamayacak insanlarla birlikte olunmayacağını..

En büyük istediğim rabbimden, öldüğümde mezarımın üzerinde açan bir çiçek olursa, o çiçeği koklayanların; ablamın eşarbının kokusunu, benim hayatımı ve hiroşimada patlayan o bombanın çarpıcılığını hisseden o çocuğu hissedebilmesi..

geri tepme mesafesini doğru hesaplamak





yaptığımız hamleler etki-tepki kanununa göre, mutlaka bir karşılık görecektir. karşınızdaki kişiyi iyi analiz etmeniz gerekiyor yani. eğer sünger gibi bir insansa ya da yumuşak ruhlu biriyse, sert hamleleriniz karşılık bulmayacaktır. ama daha yumuşak hamleleriniz ve hesap etmediğiniz ufak detaylara dayanan hareketler sert tepki görecektir. ve farketmeniz uzun süre alacaktır. çünkü uzaktan bir süngerin su aldığı farkedemezsiniz, sıktığınızda anlarsınız, su aldığını, yara aldığını, ağladığını.

ama size benzeyen birini bulduğunuzda ama size çok benzeyen, her hamleniz aynı şekilde karşılık bulacaktır ondan, ne kadar etki o kadar tepki. gölgesini bulan insanlar azdır, iki farklı yüze baktıklarında aynı insanı görürler dışardakiler, aynı duyguyu görürler: şehrin ortasında kaybolmuş bir derviş ruhunu. ayakları çıplak değil belki ama, parkeleri sayarken görürsünüz onları, yuvarlak parkeler için belediyeye kızarlar, insanların bakışlarını üzerlerinde hissettiklerinde yavaşça gülümserler ve çevrelerindeki sesleri değil bakışları hisseder bu insanlar. ruh ikizini bulan insanların hepsi böyledir.

ama es kaza kendinizi bir rus ruleti masasında bulursanız, etkinize yanlış tepki almışsınızdır, düzeltmeye çalıştığınızda geri dönemezsiniz, köşe başları rutubetlenmiş bir odada bulursunuz kendinizi. siyah beyaz bir filmin ortasında gibi, koskoca bir hangarın içinde, açık olan kocaman kapıdan sızan güneş ışığının kızılllığından güneşin batmakta olduğunu anlayın. siyah beyaz bir filmde kızıllığı görüyorsanız çok vaktiniz yoktur. mekanın tam ortasındaki ufacık bir masanın aynı tarafında yanyana duran iki sandalyede oturan iki kişiden biriyseniz, önünüzde duran smith wesson'un uzun namlusuna pek bakmayın. silah muhtemelen soğuk olacaktır, tek mermi sürüldüğünde silaha, sakinliğinizden birşey kaybetmemenize şaşıracaksınız, mutlu sonlar size göre değil çünkü.

o anda tek yapmanız gereken, silahın geri tepme mesafesini doğru hesaplamak, yoksa ikinizi de rus cennetine gönderebilirsiniz.

sınıra gelince farkedilen şüpheli

3/18/2010 12:25:00 ÖÖ Posted by mistrafantastic , , No comments
mutlu son kadar sınır geçmek de film klişelerinden birdir. şüpheli sınıra kadar gelir oradan öteye geçemez, sirenler polisler filan. dikenli telleri uyarı olarak alan az insan var dünyada. birde dikenli tellerden canının acıması pahasına geçip özgürlüğünü kazananlar var, herkesin hayranlıkla izlediği. çoğu kişi göze alamaz bunu, göze alanlardan bazıları geçemez sınırı, geçenlerden bazıları umduğunu bulamaz, çok ufak bir kısmı-ne istediğini bilen- umduğunu bulur, istediğini alır.

aşık olmak da buna benzer biraz. çoğu kişi o dikenli teli uzaktan seyredip kendi ülkesinin orta kısmında gerçeklikten uzak mutlu bir yaşam sürerken, sınırlarda yaşayanlar her daim huzursuz, ve hislerinde karasızdırlar, ne kendi duygularının vatandaşı olurlar ne dışarının, cesaret eksikliği en büyük zaaflarıdır. bir de denize sınırı olan insanlar vardır, bunlar sevenlerdir ama gelen dalgalara alışık olmalıdırlar. fazla açıldıklarında girdikleri sulardan çıkamayabilirler zira.

bir de bütün bir yolu o sınır geçmek için, sevmek ve sevilebilmek için gidenler vardır. planları vardır gelecekle ilgili, sınırı geçmekle ilgili. mutlu sonla ilgili. ama daha yola çıktığında annesi tarafından, yol üzerineyken manevi hava tarafından engellenirsin, vicdanın bile bile yara almana, sınırı geçmene müsaade etmez. tüm bu engelleri geçtiğin zaman, vicdanının sınırına geldiğin zaman, karşıdan sana el sallayan kalbine mi, yoksa bu taraftaki ruhuna mı mı cevap vereceksin bilemezsin.

işte o an o dikenli telleri koruyan vicdanına yakalanmamak için, mermilere isabet olmamak için hızlı davranmalısın, vicdanın telleri eskisin diye yıllarca o tellerin önünde beklersen, ne kalbin seni dinler bir daha, ne de karşındaki bekler seni yıllarca. bir kere kara verdin mi o tellerin arasından geçmek için yarı yolda canının acımasına aldırırsan, hayatın boyunca arada kalırsın, sen sevdiğinin seni oradan çıkaracağını düşünüyorsan yanlışlardasın. fanilerin pek azı böyle bir şeye nail olabilmiştir. yarı yolda açılan yaralarına bakma, köprüden geçerken aşağıya bakmadığın, intihar edeceğin binadan aşağıya bakmadığın gibi. zira intihar edeceklerin birçoğu binanın yüksekliğini göze alamadıklarından hayatları boyunca arada kalmışlardır.

arkandan seslenen vidanına ve mantığına aldırma dikenli tellerden geçerken, karşına bak, yeni doğan güneşin kızılıığını görüyorsan doğru yoldasın demektir. geride kalan bacağını da kurtardığın zaman tellerden, orada kalan elbise parçalarına ve damlayan kanına aldırma, geriye dönme asla, en iyi zafer henüz kazanılmamıştır. sen de kazandım sanma.

koş. arkana bakmadan koş, güneye doğru, güneşe doğru koş. yalpalayıp düşmelerine, tepende dönüp duran akbabalara aldırma, onlar anca vazgeçenlerin bedenlerinin sahipleridir. etrafta gördüğün onlarca kemik kalıntısına aldırma, onlar bu yolda düşüp şehit olanlara doğanın sahip çıkma şeklidir. güneş tepeye yaklaştığında, vahayı göreceksin, rüya sanma, yüzünü yıka ve ayaklarını ıslat. güneş yakıcılığını hissettirmeye başladığında, her toz zerresinden dahi sıcaklık fışkırmaya başladığı zaman, bir ağacın gölgesinde uyu. rüyanda onu göremeyeceksin, sadece karanlığı göreceksin, huzuru göreceksin.

kalktığında yüzünü yıkamak için eğildiğin suyun başında, suretinin hemen yanında sana sevdiğinin gülümseyen suretini görürsen şaşırma.

17 Mart 2010 Çarşamba

alıntılar #3

3/17/2010 08:45:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , No comments
Her hüzünlü hikaye, gerçek hayattaki olaylarla çelişki içinde olmalıdır.

Birçok insanın normal görünmek için gerçek olmayan bir dizi pozlar verdiği, bir tür gri hiçliği kabul ettiği bu dünyada, suçlu ve asker en azından bir şeye karşı ya da bir şeye taraf olma meziyetini gösteriyor. Kimin daha fazla fesatla uğraştığını söylemek zor; Suçlu mu, asker mi, biz mi?

stanley kubrick.

kaybeden bir insanın en orjinal yansıması

3/17/2010 08:15:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , No comments
yalnızlığı yelpaze ile söndürmek gibi anlamsız bir eyleme girişenleri anlayamadım bir türlü. aslında ellerimizin durumu bizim ruhumuzu özetliyor o açıdan, ellerin soluklaşmışsa üşüyorsundur ya da korkuyorsundur, ellerin normalse ama titriyorsan iş görüşmesi yapıyorsundur, ellerine kan hücum ediyorsa sıkıntıdasındır: ya bir şeyi kaldırmışsındır, ya başını eline yaslayıp düşünüyorsundur; bu da sıkıntın olduğuna işaret eder.

konunun gidişatı hakkında ne diyor bu diyenleri duyar gibiyim. anlatayım. bugün lavaboda yüzümü yıkarken, avuçlarıma doldurduğum suda yanısmamı gördüm, en orjinal halim buydu sanki, gözlüksüz, beğenilme kaygısı yok ve akan suyla birlikte bir süre sonra kaybolan. hayatın tam bir özeti. yansımamı tam olarak gördüğüm anı hayatı anlamak olarak alırsam -ki bu yanlış olmaz-, bu anla, avucumdaki suyun dökülmesi arasında çok az bir süre vardı. hayat da böyle, hayatın anlamını anladığınızda çok az bir vaktiniz kalıyor, herşeyi düzeltmek için.

bu örneği başka durumlar için de genişletebilirim: sevdiğiniz kişiyi tam olarak anladığınız zaman, sizin ona olan ilginiz geri dönülmez bir şekilde azalmaya başlıyor. o yüzden kendinizi fasulyeden bir nimet gibi göstermemeye özen göstererek insanlara karşı gizemli olmak mantıklı. kendinizi anlamaya da fazla çalışmamalasınız, kendinizi tam olarak anladığınız an, kendinizle ilgilenmiyorsunuz ve bu zincirleme bir reaksiyona yol açıyor: yakın çevrenizden başlayarak, kimsenin sizle ilgilenmemesi. buna bağlı olarak yapamayacağınızı sandığınız şeylerden aldığınız ufak zevklerden de kendinizi mahrum edip hayattan soğuyorsunuz.

benim üzerimde yalnız kalmanın bu açıdan yıkıcı sonuçları oldu, kendini çok fazlasıyla tanıyan bir insan oldum, haliyle bir tarafımın kurduğu hayalleri diğer tarafım yıkmaya başladı. insan kendi kendini kandırabildiği zamanları bile özlüyor bazen. bir tarafının diğer tarafının iyimserliğine karşı durması ve bu iki taraf arasında sürekli bir kavga olması yoruyor adamı. salt düşünen bir adam haline gelmek, eylem kabiliyetinizi ve hayata bağlanma şansınızı düşürüyor.

hayata prematüre doğuyorsanız, her sisteminiz hasarlı oluyor. kaybeden bir insanın en orjinal yansıması, ciğerlerine dolan havanın yakıcılığından dolayı ağlayan bebeğin annesini sevinçten ağlatmasını izleyen hastane görevlisinin halidir. olaya tamamen duyarsız, bir kaç saniye sonra gözlerini çevirip temizliğe devam eden insanın ruh halidir.

parkeleri sayan bir insan olduğum doğrudur.

alıntılar #2

3/17/2010 02:33:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , , , No comments
Herkesin birbiriyle kucaklaştığı şu bayram gününde ne ona kollarını uzatacak bir yakını kalmıştı dünyada, ne de sevgilisinden bir haber vardı. Edirne sahrasında elpençe hizmet bekleyen baş alıp baş verir yeniçeriler, atları sırtında rüzgâra meydan okuyan akıncılar ve nihayet Anadolu ve Rumeli askerlerinin güzidelerinden oluşan 300 bin kişilik ordunun kıldığı bayram namazından sonra Ordu-yı Hümayun'da üç yüz bin sevinçli hikaye yaşanmaya başlanmıştı, ama onun hikâyesinde bir küçücük gülümseme bile yoktu. Herkesin coşkuyla kutladığı bayram sevinci onun ancak yalnızlık ve matemini belirginleştirmiş, belki içindeki acıyı çoğaltmıştı. Bu gerçeği vurgulamak üzere "Matem ehlinin sürûr-ı ıyd yasın arttırır" * dizesini o gün söyledi.

Aşkname, İskender Pala.

* Dize Aşkî'ye aittir.

alıntılar #1

3/17/2010 01:43:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , No comments
Sözü anlamak her âdeme nasib olmaz! Çünkü anlamak masraflı iştir; emek ister, gayret ister, samimiyet ister. Yanlış anlamak kolaydır oysa. Biraz kötü niyet, biraz da yetersizlik kâfidir yanlış anlamak için!

dücane cündioğlu.

16 Mart 2010 Salı

aşk üç harf tek hece

3/16/2010 04:37:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments


Elif başlangıç demek,

Bir nisan gününde görmüştüm seni, banliyö treninde. Orhan velinin şiirini yaşıyordum sanki; şiir yazmak zordu, aşıksan ve yazmamak, aylardan nisansa. Her köşede seni takip eder olduğumda anladım seni sevdiğimi, geceleri yazmayı bırakıp seni düşünür olmuştum...

Elif bir demek,

Sen ilkimdin benim, ilk yağmurda ıslanışım, ilk kavgam, ilk sabahlamamdın sen. Şairi anlardım senle olduğumda elif, sana anlatamazdım ama… hayatımdaki o kadar şeyin boşluğunu doldurdun ki, güldüğünde, kanımın akışı yavaşlar, sesleri duymaz olurdum, sana anlatamazdım...

Elif sen demek,

Bırakıp gittin beni bir gün elif, geceler daha bir uzun oldu sensiz, yollar daha bir ıssız.. bir şiir bile yazamazken sana, bana dönmeni nasıl isterdim senden? Olmadı sensiz, boş caddelerde yürüdüm bir başıma, ağlamak istedim, erkekler ağlamazmış, sustum. Cağaloğluna gittim, İbrahim tenekeci yeni kitap çıkarmış, aldım, okudukça kelimeler sardı etrafımı kayboldum, İstanbul kabul etti beni...

Elif hayat demek,

Sen gidince anladım, kabuslarla uyandığım geceler arttı, içilen sigara attı.. gündüzleri uyur oldum, geceleri ayık, balkonda oturdum. Çerçevelettiğim resmini aldım, duvara vurdum elif, elime batan camları hissettim, bir de kanın sıcaklığın köşesinde ufak bir kan damlası kaldı resminin, aldım cüzdanıma koydum...

Elif sonsuzluk demek,

Yağmurun altında sırılsıklam koşarken fark ettim uzaklara gittiğini, yetişemedim sana. Sen buralardan gittiğinde elif, 28 şubattı tarih.. Cuma ezanı okunurken, tutamadım kendimi, ağladım, herkes bana baktı hor bakışlarla. Sen gittiğinde, sana yazılar yazdım elif, uzaktaki sevgilimdin artık benim, kaldırıma oturdum kırmızı gözlerle, bir sigara yaktım dumanı boğazımı delip geçen, seni düşündüm...

Elif sonun başlangıcı demek,

Sen istemiştin yoluma devam etmemi, devam ettim elif, gücüm yettiğince.. sigarayı bıraktım elif, içmiyorum artık, parmaklarım hala sarı. Hala yazılar yazıyorum gece yarıları, Cahit Zarifoğlu okuyorum, boğazdan geçerken martılara simit atıyorum. İstanbul çok farklı, her gittiğimde biraz daha hüzünlü, her gittiğimde o sokağa kokunu duyuyorum sanki...

Elif hakk demek,

Sen yokken dizlerimin üzerine çöktüm, ellerimi açtım, dua ettim rabbime senin için, günlerden sonra rahat uyudum...



Ayın yirmi sekizi bugün, dalgalar sahile her vurduğunda seni düşünüyorum... tam dört mevsim oldu, seka daha bir güzel şafak vakti, seni düşünmek hüzünlü. Sabaha kadar oturup seni yadettim, yaşadığımız her şeyi, yürüdüğümüz yolları tekrar yürüdüm, boğazı tekrar seyrettim… mezarına uğradım elif, suladım çiçeklerini. Artık bir resmin kaldı bende, sağ tarafı yakılmaya kalkılmış, bir de siluetin gözlerimin önünde, dumanlı...

Elif, sen demiştin, aşk: üç harf, tek hece, unutmadım...

28 aralık 2007, izmit.

çocukluğumu paketleyip rafa kaldırdım

3/16/2010 04:09:00 ÖS Posted by mistrafantastic , , No comments
eşylarımı düzenlemek çok sık yaptığım birşey değil, nefret ederim zaten, düzensizliğiyle mutsuz bir insan olarak. aradığını bulabiliyorsan düzenlisindir bana göre.eşyalarımı düzenleyenlere gıcık kaparım, annem dahi olsa. birileri benim için bişeyler yapsın istemiyorum, yanlışlarımın söylenmesini severim, ama yaptırım uygulanmasına karşıyım. o yüzden sürekli odanı düzenle diyenlere vesvese vermekten kendimi alamıyorum, pişman da değilim.

eşyalarımın arasında kırık bir kalem gördüm, eski bir uçlu kalem. babamın alması için kafasının etini yediğim, cıngar çıkardığım siyah uçlu 07 kalem kırık bir şekilde kalemliğimdeydi. pek duygusal bir adam değilimdir, ama bir an çocukluğum gözümün önüne gelmedi desem yalan olur. elim kalemin bantladığım yerindeki yerlere değdim, elime bulaştı sıcaktan akmış yapışkan. aklıma kalemi ilk okula götürdüğüm gün geldi; arkadaşlarıma hava atmıştım, hiç yanımdan ayırmamıştım, yazarken ikide bir kaleme baktığımdan da geri kalmıştım hep.

gerçek dünyaya döndükten sonra, bantı çıkardım, güzelce tekrar bantladım kalemimi, bir daha kaybetmemek için güzelce şeffaf bir poşete koydum, somut anılarımı sakladığım kutumun en nadide köşelerinden birini yerleştirdim. kutuya biraz baktıktan sonra hüzünlenmeye başladım, kapıdan arkadaşım girdi:

- noluyo abi, hüzünlenmişsin..
- yok bre, kaybettiğim brşeyi buldum da..
- hadisene dışarı çıkalım..
- tamam geliyorum..

rafa kaldırdım çocukluğumu, alelade bir ayakkabı kutusunun içine neler girebileceğini görseniz şaşarsınız.

kabuğunu kırmak ve sevilmek üzerine


zaman durmuşken sevmek, sevebilmek zor birşey. küfür etmeyi bıraktım, ama duygular zorluyor dilimi. kendimi tutamayacağım gibi hissediyorum bazen. ve savuruyorum neden sorusunu benden başka kimsenin olmadığı boşluğuma. ellerimden kayıp giden zamanı değil, seni önemsememin, yanlış mı doğru mu olduğunu hala çözebilmiş değilim inan. bu satırları okuyorsan belki gülümsüyorsundur bana, bilemiyorum. dediğim gibi hiçbirşeyinden, hiçbir duygundan ve senle ilgili olan herhangi birşeyden emin değilim artık. olamıyorum bir türlü.

hala yazdığına göre terkedişim çok koymuş sana diyorsundur bana, duyar gibiyim. ama kaybedecek tek şeyim sendin ve seni kaybettim. ama şu saatten sonra benim için ne hissettiğin çok da önemli değil, kaybedeceklerim sıfırın altında zira. kronik bir sevgi besleme alışkanlığım vardı eskiden, vazgeçtim senden sonra. inan bana, beni seven kadınlar sana karşı çok iyi şeyler hissetmiyorlar. sevemiyorum, bağlanamıyorum, feda edemiyorum hiçbirşeyimi çünkü. ve onlarda kendimi görüyorum: karşındakinin sana bağlanamayacağını bile bile sevmenin acısını.

zor birşey olmalı bu, simit-ayran yemesini bile zevkle seyrettiğin birinin sana bağlanamaması. onlarca yerden yazdığın yazıları okuyor mu acaba ümidi. beni sevenlerin yazılarını okuyorum, ve hissediyorum acılarını, bağlanamamanın acısını hissediyorum iliklerime kadar. onlar sevilememenin acısını yaşıyor bir tek. ben sevememenin, bağlanamamanın aşkın kollarına kendini bırakamamanın acısını çektim. her hareketimin rutinleştiği, ve bilinçsiz reflekslerle yaşıyorum hayatı. otokontrolüm o derece arttı ki, biriyle konuşurken kendimi kapattığımı hissediyorum ona karşı. ama zoraki bir gülümsemeyi eksik etmiyorum karşımdakine konuya göre ve elimden geldiğince acılarına ve sevinçlerine ortak olmaya çalışıyorum. zoraki çabaları takdir eden insanlar var etrafımda, allah'a şükürler olsun.

kaybedecek tek şeyini kaybettiğin zaman, hayata sıfırdan başlıyorsun, duyguların sıfırlanıyor ve yeniden geliştiriyorsun onları. ama bebeklikteki gibi hızlı olmuyor. beni sevenlerden şefkat bekliyorum, kendim ne kadar acımasız olsam da. sevilmek kadar insanı mutlu eden birşey yok diyor bazıları, ben yalnızlığımla, sessizliğimle ve dolaptaki siyah gömleğimle mutluyum oysa. bebekler az şeyle mutlu oluyorlar, duygu seviyesi olarak bebeklerden aşağıda olduğumu düşünürsek çok da yadsınamayacak bir durum. kendi içinde mantıklı.

ama beni terkedişinin acısını beni sevenlerden çıkarmadım hiçbir zaman. insanları sevmekten soğutmadım hiç; kendim sevmekten ve sevilmekten yorulsam da. insanlar kaybedecek tek şeylerini kaybettiklerinde ilginç bir yaşam formu oluyorlar; sevilmeseler yaşayamıyorlar ve sevemiyorlar. sevemediğini saklayabilenler hayatlarına mutsuz da olsa devam edebilirken diğerleri için durum içler acısı. ben saklamayı başarıyorum, çirkin yüzüm ve yuvarlak gözlüklerim sayesinde. hala tepki vermekte biraz geç kalıyorum ve isimleri hatırlayamıyorum ama.

zorla kendini sevdirecek birilerini arıyorum,
ilanlar astım,
duygularımı görebilenlere.
ama
görebilenler ya zaten seviyorlar,
ya da benim gibi
içi boşalmış ruhlara sahip
duygusuzlar.

duygularımı rafa kaldırdım. ölmek için çok nedenim var ama hiçbiri mantıklı değil. yaşamak için çok nedenim var hiçbiri mantıklı değil. mütemadiyen araftayım.

15 Mart 2010 Pazartesi

duvarın tepkisi

3/15/2010 08:40:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments
uğraşıp yazdığınız iki satır yazıdan sonra, okunmamak, okunupda tepki alamamak, eleştirri alamamak koyuyor adama. illa dilin sivrileşmesi mi gerekiyor okunmak için? onu da yaptığınızda terbiyesiz oluyorsunuz kurtuluşunuz yok hiçbir türlü. uzun incelemeler, açıklayıcı olduğu için mecburen uzun tutulan yazılar, hikaye denemeleri ve kısa masallar güme gidiyor hep.

polemik meselesi olan sığ bir konuya birbirinden farksız 50 tane entry girilirken, belli yazarların başlıklarına sadece belli adamların yazması, alnıma çizgiler ekliyor hep. %40'ından fazlasının oy kullanmadığı bu ülkede, yazara değer verilmiyor asla, elleri kalem tutanlar siyasi görüşlerinden dolayı topa tutuluyor, şahsa yapılan hakeretler alkış yağmuruna tutuluyor. bu ülkede gerilimden bahsettiğinizde iş yapıyorsunuz anca, şahsa saldırdığınızda ya da magazin konusu olduğunuzda, yapılan iyi bir işe karşı durduğunuzda adam(!) oluyorsunuz. yazık.

tarihinizi, kültürünüzü, dininizi inkar ettiğiniz zaman yazar oluyorsunuz, köşenizi sağlamlaştırıyorsunuz. duvara konuştuğunuzda bile sesiniz yankılanıyor bir tepki alıyorsunuz. ama siz; size saldıran yılana bile ses çıkarmıyorsunuz, sesini çıkaranın da arkasında durmuyorsunuz. eleştiren insanı edebiyat yapıyor, protest kişilik bu diye sallamıyor üçüncü satırlarından sonra okumuyorsunuz. sonra bizim yazarlarımız neden güzel yazamıyor diye hayıflan. kendi ülkesinde bile kitabı yeterince ilgi görmeyen yazar neden dışarı açılsın? size ucuz aşk romanları, şiir yazmayıp şiir üzerine konuşan adamlar, alıntı entellektüelleri lazım.
vıcık vıcık magazin kokan gazetelere bir haftada vereceği parayla kaçınız dergi-kitap alıyorsunuz? belli bir konuya odaklanmış dergileri alıyorsunuz? hiç bir işe yaramayan gazetelere, saçma sapan dergilere verilen paralar kitap basmaya harcansaydı, can çekişen kitabevleri yerine dünyaya açılan yazarlarımız olurdu. kitap ekleri ayda bir değil, haftada bir çıkardı.

ama yok bizim halkımıza takiyye lazım, gösteri lazım, yafta lazım, polemik lazım. kitap aldığı zaman topa tutan anne, baba, arkadaşlara sahip olduğumuz sürece çok şey beklemiyorum bu ülkeden. daha sonra filanca dergi-gazete neden kapandı, falanca yazar neden yazmıyor yazık oldu muhabbeti çevirip popülistlik yapanlar, ölen şairlerin ardından bir şiirini bile okumadan methiye düzenler.

hiç sorgulamıyoruz.
sözlüklerde, gazetelerde, dergilerde uzun yazı yazanlar neden köşelerine çekilip az yazıyorlar artık?

sebep tepkisizlik, eleştiri eksikliği ve kadir-kıymetin öldükten sonra anlaşılması. aynı konuya yapılan yorumların okunmaması, sadece yazmaya odaklanılması, yazıya değil, yazana bakılması. şu yazıyı buraya kadar okuyanlara, eleştirenlere, tepki gösterenlere teşşekkür ediyorum. 

birşeyleri umursayın artık!

3/15/2010 08:37:00 ÖS Posted by mistrafantastic , No comments
bu ülke ne çektiyse umursamamazlıktan, sineye çekmekten çekti.

adnan menderes asıldı sineye çektik.
deniz gezmiş asıldı öğrenciler susturuldu.
nazım hikmet sürgün edildi, susturuldu bi kısım insan.
düşünen insanlar, şairler hapislere atıldı sustuk.
darbe oldu, yargılansın dedik, umursayan olmadı..
28 şubat oldu sineye çektik...
yazılarından dolayı içeri atılan insanlar için köşemizde beklemekten başka birşey yapmadık.

şimdi neyi ciddiye alacağız biri bana açıklasın, internet ortamını beğenmediğimiz insanlara, köşe yazılarını ne idüğü belirsizlere, eski şairlerimizi iki satır sıralayıp şair zannedenlere, yazın dünyasını 5 kuruşluk roman yazanlara insanlara mı bırakcağız?

ciddiye almayana sözüm yok da, ciddiye alanlarla dalga geçenlere laflarım var, terbiyem müsade etmez.

14 Mart 2010 Pazar

aşk iki kişik yalnızlıktır


reddedilme korkusudur kimi zaman aşkın şiddetini artıran, iki taraf da emin olamadığı zaman sevgiden, yaşanan trajıkomik hikayeler yaşayanları için üzücüdür.

sanıyorum yaşım on beş filan, lise için yapılan sınavlara yeni girmiştim o yaz, ama çok da umrumda değil sınav. istanbulda her zamanki gibi akşam ezanında bitecek olan bir maça başlamıştık, balkonundan bizi izleyen bir teyze vardı, bir kaç tane de esnaf bakıyordu bize. toplam on kişi filandık, hepimiz aynı yaşın yolcusu. en ciks ayakkabılarımızla ve forma niyetine giydiğimiz penyelerle güneşin yakıcılığı altında, asfalt üzerinde bir maça başlamıştık.

güzel güzel oynuyorduk, yenilmemize rağmen maçın gidişatından memnundum. sonra karşı takımdan bir arkadaşım, topun bahçeye kaçmasının yarattığı boşlukta yanıma geldi, noldu gibi bir kafa hareketiyle karşıladım kendisini, kafasını kenara yatırarak birini göstermeye çalışıyordu, kafamı çevirdim, üç tane kız vardı bizim okuldan. orada belli ki maçı izliyorlardı, diğer iki kız ortadaki iki kıza beni işaret ederlerken kafamı o tarafa çevirmem tam bir kabus oldu onlar için, bizim arkadaş gülmeye başladı, ben de kafamı çevirdim o bölgeden, topu kaçıran gelmişti çünkü. kafamı kurcalamaya başlamıştı; neden bakıyorlardı bana diye, üstümü kontrol ettim, kir pas ya da kötü gözüken birşey var mı diye, elimle yüzümü kontrol ettim belki kir filan vardır diye yüzümde... tüm bunları kontrol ettikten sonra, bütün testler negatif gelmişti, bu arada maç devam ediyordu. ayakkabılarımın bağcıklarını bağlama bahanesiyle tekrar baktığımda o tarafa ilk defa gözgöze geldik ve yüzümü bir ateş bastı birden, lan noluyo dedim içinden, daha önce hiç olmamaıştı çünkü böyle birşey.

ayaklarım filan birbirine girmedi aksine bir güven geldi, hala yeniliyorduk belki ama arada bir o tarafa bakıp gözgöze geliyordum, maçın en büyük kazancıydı benim için, bir gol attım ben, camdaki teyze alkışladı beni, kafamı öne eğerek geriye doğru yürürken, o arkadaş yeniden geldi yanıma; abi maç bitmeden git kızın yanına dedi, içinde kalacağına söyle dedi. napacağımı bilmiyorum dedim cevaben.

maçı bitirdik, terden sırıksıklam olmuş üst başla ve tozdan bembayaz olmuş saçlarımla, bakkala girdim, lavabosu vardı bizim bakkalın, elimi yüzümü yıkadım, daha doğrusu kafamı suyun altına soktum, saçlarımı şöyle bir geriye doğru attım, penyeme filan bir düzen vermeye çalıştım,

- mahmut abi iki kutu kola versene..
- napcan lan iki kolayı hastalanırsın az iç..
- sen ver abi..
- iyi tamam.

kolaları elime aldım, ben kızın o tarafa doğru yürümeye başlayınca diğer iki kız yanından ayrıldı onun. duvarın üzerine oturmuştu, ben de çıktım yanına, kolanın birini sessizce uzattım. benimkini açtım kafama diktim, yarısı filan bitmişti ama sıcaklık artıyordu mütemadiyen, şaşırmış olcak ki, sağol kelimesi bir dakika sonra geldi. ben de bişey değil dedim. gözleri yeşildi ve saçları dümdüzdü bunları hatırlıyorum bir tek, ve bana baktıkça üzerime dağlar kadar yük biniyordu sanki, yürüyelim mi dedi, başımla onayladım. havadan sudan konuşmaya devam ediyorduk ama kafamı kaldırıp gözgöze geldiğimde onunla, gözleri içine aıyordu beni sanki, cıvıl cıvıl gülümsüyordu o zaman. bizim mahallede oturuyormuş söyledi, benim bilmediğim şeyleri bile söyledi benim hakkımda..ayaklarım kontrolsüz bir şekilde onu takip ederken durdu birden;

- beni seviyor musun?
- bilmiyorum.

ve yürümeye devam ettik. ertesi gün ve ondan sonraki gün ve tüm yaz. bütün yaptığım maçları izledi, bazen maç bitimine yakın kolamı aldı, terimi sildi mendiliyle. gene bir gün ben terden sırıksıklam olmuşken, mendiliyle terimi siliyordu, ben asfaltın üzerine oturmuştum, sebebini çözemediğim bir hüzün vardı ortamda, kafamı kaldırıp göz göze geldiğimizde ilk defa yanakalarındaki yaşı gördüm süzülen, dik dik bakıyordu, bakıyordu ve eziyordu beni gözleriyle. yanıma oturdu ve elimi tuttu ilk defa:

- beni seviyor musun?
- evet.
- ben şehir dışına gidiyorum lise için..
- ...

mendilini ve yazdığı bir mektubu kucağıma bıraktı, iki adımda bir arkasına bakarak, yavaşça gitti. gözlerinden dökülen yaşlar asfaltın sıcağında buharlaşırken gitme demek için çok geç olduğunu hissettim. ama beni sevdiğine emin olamadım bir türlü, beni sevdiğini hiç söylememişti çünkü, hep bana sormuştu. walkmanimi aldım, o gece masamdaki lambanın ışığında, mektubunu okudum, sevdiğini anladım ama çok geçti.

hala maç yaparken o tarafa doğru bakarım refleks olarak, onu görmeyi umarak, boşluk yüzüme çarpar ve arkadaşım bağırır:

- diklip durma orada..
- peki..